25.09.2010
Havada güz kokusu var
Eşyaların yüklendiği kamyoneti görmek istemedim. Anılarıma kök salacak bir sahnenin üstüne perde çektim böylelikle.
Ağlayamam çoğunlukla. Bir yanım duvar… Ağlayabilmeyi isterdim. Gün boyu başım ağrımazdı belki.
Holly ile Beşiktaş’ta gezdik, gezmekten yoruldukça oturduk çay içtik. Pazara da uğradık, pamuklu uzun kollu tişörtlerden aldık. Holly mor olanı beğendi. Vamp bir kızdır o. Mavi aldım ben, soluk mavi. Biliyorum, gereğinden fazla sadeyim.
Yufka aldım, tazecik. Akşam için börek yaptım. Çoğu pırasalı, az bir yeri peynirli… Yufkanın ilk katının arasına döküvermişim malzemeleri. Yıllardır börek yaparım, böyle bir yanılgıya nasıl düştüm? Bir tarafı incecik oldu, tepsiden alırken pırasalar döküldü. Sinir oldum kendime. Yine de yedim, üç dilim hem de. Kalanını doldurdum bir tencereye. Çay alırken tencerenin kapağı bardağın üzerine düştü; bardak devrildi, her yan çay oldu. Söylene söylene sildim fayansı… Yerde birkaç damla kaldı, silmedim. Börek tepsisi, tabaklar kirli; şu an yıkayamayacağım.
Ponçik peşimden ayrılmıyor. Nereye gitsem, ne yapsam benimle… Makyajımı silerken, yemek yaparken, örgü örerken, kitap okurken hep benimle. Şimdi mesela, klavyeye dokundukça cırtlak bir ses çıkararak kanat çırpıyor. Bilgisayarımdan kıskanıyor galiba. “Minik Kalp” diye seviyorum Ponçik’imi. “Söyle Minik Kalp” diyorum. “Kimselerin bulamayıp da senin bulduğun nedir bende?”
Dün hava yağmurluydu, bugün ise güneşli. Güneş ışıkları yetmedi, havadaki güz kokusunu örtmeye… Eylülün sonuna varmışken günler, kış iyiden iyiye yaklaşmış demektir.
Bu kış 35’inci yaşıma basacağım, kısmetse eğer. “Yolun yarısı” demesin kimse! Daha o kadar başlardayım ki esasında… Aldanmayın yorgunluğuma.
24.09.2010
Fatmagül’ün suçu belli oldu
Facebook’ta Fatmagül ile ilgili onlarca söz dolaştı. Bir telaştır gitti; Fatmagül’ün suçu bulunacak, başka yolu kalmadı. Tahminimce, en çok eğlenilen bir cevapta buluşuldu.
“Fatmagül’ün suçu ne?”
“Eskiden Bihter olmak!”
Bazı insanlar eşekten düşmüşe çeviriyorlar beni. Allak bullak ediyorlar, onları koyduğum mertebede bulamıyorum ne yazık ki. Oldukça iyi yetiştirildiğini düşündüğüm, yüksek tahsilli filan bir arkadaşım günlük iletisine şöyle yazmış:
“Yolda Fatmagül’e rastladık. Suçumuz yok, biz onu Bihter sandık!”
Fatmagül Bihter olsa, sakıncası da olmayacak. Bu mudur? Hayır, bu değildir. Fatmagül’ün hak etmediği uğursuzluğu Bihter de hak edemez, kimseler hak etmez. Şaşırdığım, espri çerçevesinde olsa bile 30’una varmış, aklı başında görünen gencecik bir adamın bunu yazabilmesi…
Nasıl yazılabilir, nasıl yakıştırılabilir böyle bir cümle? Kendi kendine hakaret değil midir düpedüz?
Başrollerinde Hülya Avşar ile Aytaç Arman’ın oynadıkları aynı isimli filmi yıllar önce izlemiştim. Hikâyelerin mutlu son ile, aşk ile son bulması yeterliydi benim için. Kerim kabul etmişti ya Fatmagül’ü… Sevmişti ya sonunda... Fatmagül sevilmeye muhtaçtı ya nasıl olsa… Ama artık değil. Hikâyelerin ilk cümlesi son cümlesi kadar önemli. Mutlu son yazarak sıyrılmak yok artık.
İlk iki bölümde başına gelenler, sonraki bölümlerde de Fatmagül’ün başına gelecek felaketlerin habercisi gibi görünüyor. Bilmiyorum yürek dayanır mı un ufak edilen bir kızcağızın böylesi iç parçalayan hikâyesini seyre…
Bu arada, “Fatmagül’ün suçu ne?”nin tek cevabı var bende.
“Fatmagül olarak doğmuş olmaktan başka bir şey değil”.
21.09.2010
Caroline’ler neden hep sarışın?
Evet, o eskidendi. Çok eskiden.
Hani ay herkese gülümserken,
Mevsimler kimseyi dinlemezken
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken*
Bu denli eskidendi. Acemilik yıllarında, arpa boyu yol yürüme telaşındaykendi bu acelecilik. Ağırdan alıyorum artık yaptığım işi... Profesyonellik diyorum sonra da adına. İrili ufaklı ajanslarda, geceli gündüzlü sömürüldüğüme sayıyorum olmadı.
Bilgisayar değiştirmek çorap değiştirmeye filan benzemezmiş meğer. Bir haftadır adapte olamadım, ara ara çıldıracağımı sanıyorum. İki yılı aşkın zamandır kişisel notebook’um ile çalışıyordum. Birkaç kez teklemesi ile tehlike çanları “Çın Çın” çaldı ve masaüstüne geçmek zorunda kaldım. Yalnız üç günü dokümanları aktarıp, klasörleri özelleştirmekle, outlook’u kurmaya çabalamakla geçirdim. Eziyetti tümüyle.
Masaüstü bilgisayarımın monitörü dev gibi geliyor şimdi. Harfler büyüteçle bakıyormuşsun gibi, ayağımı kıpırdatsam kazulet gibi kasaya çarpıyorum. Geçen kasayı biraz öteye iteyim derken elim düğmeye değmiş, bilgisayarı kapatmışım. Sağa sola kıpırdasam kulaklık çıkıyor vs.
Asıl çelişkiyi Vista’dan XP’ye geçince yaşadım, sordum: “Bu ne yaman çelişki anne?” Sözcük sayımını bulamıyorum, punto değişmek için bile yerini arıyorum arıyorum. En fenası programın Türkçe olmaması. Ctrl+K ile klasörler açılıyor sayfamda.
Kızıyorum kendime biraz da. Alışkanlıkların esiri miyim neyim?
Çok sinirliyim o kıza. Görsem kendimi tutamayacağım, konuşacağım:
“Seviyorum deme sakın, insan korktuğu insanı sevemez.”
Tabii kızın derdi, sevgi ise aşk ise.
Yazarken unutuyorum kafama takılanları. Kimi kendi ayağı ile gider kimi bucak bucak kaçar. Ne denli kaçarsa kaçsın, etrafını ne denli kalın duvarlarla örerse örsün çirkinlikler, iğrençlikler bulabiliyor insanı. Bir de arsız oluyor ki...
Vedat Türkali yarım kaldı ama okuyacak hâlim yok. Yarına iki toplantım var. Toplantılardan önce tamamlamam gerekiyor, kalan ikiyi… Bu durumda daha erken uyanmak, sabah şiir ve haber okumamak lazım.
Zaten güneş saklanmaya başladı. Renklipamuklar ile ‘Pembo’ adını verdiğimiz pembe bir kazağım var. Sevgilim olması için az biraz çaba harcadığım bir çocuk için almıştım o kazağı. Pembe mutluluk verir bana diye, çocukluğumun güzel yanlarını hatırlatır diye. O da çocuk erkeklerdendi biraz diye. Pembo kazağımı giymeme karşın pek keyifli olamadım gün boyu.
18.09.2010
Daha büyümem gerekiyorsa…
Aklıma geldi, yokluğu… Yalnızca bir dilim çikolatalı pasta ile döndüm eve.
Fatmagül’ün Suçu Ne’yi Aşkı Memnu ile aynı gün ve saate koymuşlar; iyi olmuş. Kerim rolündeki oyuncuyu Taksim’de görmüştüm bir kez. İncecik, TV’de göründüğünden çok daha yakışıklı bir çocuktu. Pek kimselere bakmam aslında, ona epey bakmıştım.
Tüm dizi filmlerde olduğu gibi Fatmagül’ün Suçu Ne’de de zengin ailelere mensup tüm insanlar dejenere, kötü ve yerin dibine batası tipler. Neden böyle, anlayamıyorum.
Hâlbuki yok böyle bir şey…
Gelmiş geçmiş en zahmetli tarhana çorbası ile mücadele ettim. Toz tarhanayı yarım saat önceden ıslatmama rağmen erimek bilmedi. Kısık ateşte yarım saati geçti pişmesi… Neyse ki lezzetli oldu.
Çok severim yorgun akşamlarda pişmiş sıcacık tarhana çorbasını.
Dün çok yorucuydu desem de bugün dünü aratmadı. Beşiktaş’ta gezdik biraz. Pizza yedik, saat dokuza doğru üşüdüm. Yeni aldığım şalımı örttüm omuzlarıma…
Parfümüm bitmişti. Bir başka parfümüm var ama onun kokusuna alışamadım. Mutluluk veriyor alıştığım kokular. Kavuştum, küçük mavi şişenin içindeki çiçeksi şekerli kokuya…
Evde hiç film kalmamış. Can sıkıntısından TV kanallarında gezindim. Yeni bir dizi daha başlamış, Kılıç Günü adı. Gecenin Kanatları ‘Korkunçluk’ unvanını rahatlıkla bu diziye devredebilir. İnsana toplu iğne gibi batan, bu kadar ucuz diyaloglar yazılmamıştır, eminim ki uzun zaman da yazılmayacaktır.
İmkânsız, Elveda Rumeli’deki güzel Alex’in hatırına dahi izlenmez bu dizi.
Yarın da çalışacağım. Zaten Taksim programımız yattı. Renklipamuklar ile konuştuk, “Pazar günü bana gel” dedi. G de çağırıp duruyor. İki yavru kedi almış, “Büyümeden gel sev” diyor.
Yavru kediler hep yavru kalsa, hani gözleri daha mavi maviyken olduğu gibi kalsa hep.
Zaman büyütüyor her şeyi. Uyusun da büyüsün, dünya hâli…
Yarının bugünden yorucu olma ihtimali yüksek. Keşke erken uyusaydım, daha büyümem gerekiyorsa bir an önce büyüseydim.
11.09.2010
Yakışıksızdır tüm vedalar
Renklipamuklar gitti mesela. Başka adrese taşındı.
Bayram öncesinde ofise kapattım kendimi. Bir günde, üç günün işini bitirdim neredeyse. Tatil rehavetine kapılan çoğunluk mesaj bombardımanım karşısında delirdiğimi düşünmüş olmalı.
Giderken “Çarşamba günü uğrarım” demişti renklipamuklar. “Kalan eşyalarımı da alırım”. Derdim, evde olmamaktı. Ayrılık anlarını hiç sevmem. “Merhaba”lar iyidir hoştur da söz “Hoşça kal”lara gelince… Sanki yakışmaz hiçbir yere, zamana.
“Bu veda yakışmadı bu aşka…” yazmıştım sevgilime bir defasında. Şimdi olsa… Yanıtsız bırakırım terk edişini.
Bayramın ilk günü uğradı renklipamuklar. O giderken ardından bakmadım. “Bir odan var, biliyorsun” dedi yine.
Biliyorum, bir odam var renklipamuklar’ın yeni evinde ve yüreğinin eskilerinde. En eskilerinde… 10 yılı aşkın bir sürede birlikte büyüdük biz. Ayrı zamanlarda aşık olduk, ayrı zamanlarda acılarımızı çektik. Ancak birbirimizin ayrı acıları ile aynı anda evrildik. Bir ağacın altında, renkli ampullerin ışığında fısır fısırdı hayallerimiz. Dileklerimize sırt çeviren gül ağaçlarına birlikte bağladık çaputları. Birimizin küstüğü dileği diğerimiz tuttu, iki kişilik tuttu; bırakmadı… Konuşacak kimsemiz olmadığında, susacak kimsemiz de olmadığında ince bellide bir bardak çay; bir fincanda papatya, ıhlamurdu konuşulanlar ve karanlığa gömülenler.
Dostluk böyle bir şeydir. Yeni evinde ve yüreğinin eskilerinde bir odanın olduğunu ve daima olacağını bilmektir, dostluk.
İsimlerini gizlediğim onca erkek var hayatımda. “O”dur onlar. Hiçbirinin adı geçmemiştir Beyaz Tuval’de. Hiçbiri Beyaz Tuval’e yazılacak kadar sevilmemiştir çünkü. Sevmeyi bilemediğimden ya da adam gibi sevmeyi ellerine yüzlerine bulaştırdıklarından onlar.
Birer gölge olurlar… “Çok güzelsin” der biri. “Seni özledim” der bir diğeri. Dünyayı ayaklarımın altına serdi serecektir bir başkası.
Sarılmak isterim birine. Başımı omzuna yaslayıp ağlamak isterim. “En yakın arkadaşım gitti” demek isterim. “Onun için yeni ve mutlu bir sayfa, evet ama üzülüyorum. Elimde değil” demek isterim.
Hepsini toplarım, bir renklipamuklar etmezler.
4.09.2010
Ege Seçkisi 2
Yaprakların sesi olduğunu hatırlatır rüzgâr. İğdeler açmamış. Açsa…
Çiçeğinin kokusu nice bahara bedel.
Olduğum yerde gözlerim kuğuları arar... Bulurum.
Kuğular hep yalnız, hep tutsak.
Ege Seçkisi 1
Ora dediğim yer, Ege.
“Bir bize mi ekmek yok şu hayatta? Bunca yetinmemek, peki bunca koşturmaca niye, nereye?” diyorsun aynaya bakıp.