30.06.2009

Gün günden öte, gece günden öte

Cumartesi, sabahtan öğleden sonraya

Eskiden cuma günlerini pek severdim. Dinlenebildiğim hafta sonları azınlık olsa da cumartesiler ve pazarlar güzeldi. Son zamanlarda akşam saatlerinde sevimsiz sevimsiz çalan cep telefonum küfeler dolusu işi omuzlarıma yükler oldu.

Cep telefonumu denize atsam, kurtulur muyum?


Cumartesi, akşamdan geceye

Renklipamuklar, “Benimle düğüne gelir misin?”diye sordu. “Hem seni Mehmet ile tanıştırırım.” Evlenen, renklipamuklar’ın eski iş yerinden bir arkadaşıymış. Mehmet ise arkadaşının ağabeyi. Düğüne gittim, Mehmet ile tanıştım.

Beyaz Masallar’daki Mehmet’e benzemiyor.


Düğünde,

Deniz kenarında, açık havada yapılan düğün şenlik havasında geçti. Orkestra Fransızca sözlü mum ışığı müziği ile başladı, Küba müziği ile sürdü. Arada Misket havasına geçildi, bir baktık ki Atabarı çalıyor. İlginçti. Anlam veremedik.

Küba müziğini tercih ederdim.


Rengârenk elbiseler giymiş kadınlar yorulmak nedir bilmeden dans ettiler. Bir ara zayıfça bir adam masamıza geldi. Renklipamuklar’a “Hamama giren terler, düğüne gelen oynar. Niye oynamıyorsunuz?” diye sordu. Şaşırdık. Şaşırmamıza şaşıran adam gitti.

Hamama gitmem, düğünde oynamam.


“Pek gülümsemem” dedim Mehmet’e

Yanımıza yaklaşan Mehmet, “Sizinle hiç ilgilenemedim” dedi. Renklipamuklar ile ikimizi saksı çiçeklerine benzettim o dakika. Herkesin hareket halinde olduğu düğünde kıpırdamayan sadece bizdik.

Renklipamuklar, “Fotoğrafımızı çeksene Mehmet” dedi. Mehmet profesyonel fotoğrafçıymış meğer. “Ama sen hiç gülümsemiyorsun” dedi bana. “Pek gülümsemem” diye cevapladım. Fakat, Mehmet gülümsedi.

Arkadaşı ile karşılaşan renklipamuklar sohbete dalınca Mehmet, “Senin yalnız fotoğrafını çekmek istiyorum” dedi; fotoğraflarımı çekti. Renklipamuklar’ı işaret ederek, “Gönderirsin, ondan alırım” dedim.

Güzel çıktım mı acaba fotoğraflarda?


Kiraz Çiçekleri'nden Katre-i Matem’e

Yasunari Kavabata’nın ‘Kiraz Çiçekleri’ni okuyorken, Şin’içi ve Çieko kiraz çiçeklerinin arasında dolaşıyorken. Bu akşam kitapçıya uğradım. ‘Katre-i Matem’in büyüsüne kapıldım. Ponçik nasıl ki sevgi hırsızı ise ben de bir kitap arsızıyım. Kapağı kırmızı kitap masamın üzerinde…

Ev öyle dağınık öyle dağınıktı ki kitap okuyacak yer kalmamıştı. Gardırobumun üst üsteliğinden utandım ve elimin uzandığı her köşeyi derledim topladım. Sildim, köpürttüm. Ellerim hâlâ çamaşır suyu kokmakta…

Bu saatten sonra kitap okunur mu?

24.06.2009

Boyumdan büyük düşler kurdum, her mevsim

Kendi hâlinde bir bahçeye çiçekler ekerek yaşamak mümkün olabilir miydi? Martıları izlemeye, sakaları dinlemeye zaman ayırarak; komşularla enikonu sohbet ederek, mesela evde kahve bitmişse yarım fincan kahve istemekten çekinmeyerek… Kütüphane dolusu kitaplar okuyarak, sevilen satırlara mürekkeple mim koyarak yaşlanmak ya da.

Sarmaşık güllerin dolandığı kapıda her sabah ayrılırken, her akşam karşılaşırken birbirini önceki günden çok sevebilmek mümkün müydü? Taş köprülerin, gürül gürül akan çeşmelerin, köklü ağaçların, başakların, gelinciklerin arasında bir yerde.

Kızarmış ekmeğin kokusunda, vişne reçelinin tanesinde, limonatanın içinde yüzen nane yapraklarında, karpuz diliminin kırmızısında, peynirin beyazında, zeytinin siyahında…
Dahası?
En katıksız mutluluklarda. Paylaşmaklar, beyaz bir tuvalin renkleri olmaktan çıkabilir miydi?

Yoksa iddiasız yaşamların boyundan büyük düşleri miydi kurulanlar?

21.06.2009

Ortancalar hep ve hâlâ pespembe

Kalmalarımız dağdan kopan çığ büyüklüğünde, gitmelerimiz o dağın arkasında bir yerlerde...

Bir, iki ya da üç,


Kaç gün önce olduğunu anımsayamadığım bir haziran sabahı, kayısı çekirdeklerini kiraz çekirdeklerinin hemen karşısına diktim. Kirazın üzerine üç, kayısının üzerine ise iki çakıl taşı koydum. Filizlerin yerlerini kaybetmemiş olacağım böylelikle.

Şayet yeşerirlerse…


Umutlarımın tozunu alırım, inatla!

Hatırlamak istemediğim bir haziran gecesi, kafenin bahçesindeki tüm masalar boşaldı. Garsonlar masa örtülerini katlayıp, kaldırdılar. Kül tablaları da toplandı. Tek bizim masamızdaki kaldı. Renklipamuklar yine peş peşe sigara yakmakta…

Yalnızca Defne’nin ve renklipamuklar’ın karşısında saklamam ağladığımı. “Bir satranç taşı olmak istiyorum” dedi anlattıklarımı dinleyen renklipamuklar. “Olduğum yerde durayım, üzerimi toz kaplasın.”
“O kadar değil”
dedim yeise bürünmüş kirpiklerimle. “Bana sıkıntı gelir. Madem satranç taşı oldum, en azından üzerimi toz kaplamasın.”

Çoğu zaman güleriz ağlanacak halimize. Öyle yaptık olduğunca.


Haziranda da üşür insan,

Nereye gittiğimizi bilmediğimiz bir haziran akşamı su seslerinin çağladığı parkta bulduk kendimizi. Hava öyle serindi ki sanki nisan. Dut ağacının gölgesindeki masa doluydu. Cam masalı, kabarık minderli geniş koltuklara oturduk. Eğreti hissettik kendimizi. Alışmışız ahşap masalara… Hem İstanbul’da ahşap masaların üzerini nem tutar. Nemi bu kadar bariz hissedemezsin, masa ahşap değilse. Dut ağacını, yükselen kuleleri, uzaklara varan uçakları görebildiğimiz bir ahşap masaya geçtik. İstediğimiz şallarla, içtiğimiz çaylarla bile ısınamadık.


Pazartesiden önceki akşam,

Saksılara yeni çiçekler ektim. Toprağı kurumuş olanlara su verdim. İki yaz önce Tekirdağ’dan getirip, toprağa gelişigüzel attığım akşamsefası açmış. Yeşil iki yapraktan ibaret olsa da şimdilik. Ortancalar hep ve hâlâ pespembe.

Neyse ki renklerini yitirmiyor çiçekler.

19.06.2009

Dut ağacı dutlarını dökerken…

Dingin ve umarsız ‘Peki’ suskunlukları

Bir aralık “Delirebilirim” yazdım renklipamuklar’a. “Tasarladığım bu değildi. Deli bir hayat yaşıyorum.”
“Farkındayım. Aslında herkes aynı... Hem
bugün toplantın yok muydu senin?”
“Var. Öğleden sonra...”

“Peki.”

Yeryüzünde en çok renklipamuklar’a yakışan bir söz: Dingin ve umarsız “Peki”ler. Ve ardından gelen noktalar; suskunluklarımız.


Dünyanın değişmeyen sahnelerinden birinde

Akşam saatlerinde telefonum çaldı, renklipamuklar. “Parkta buluşalım” dedi. Parka gittim. Her zamanki gibi dut ağacının gölgesindeki masaya oturdum. Beklerken ‘Fotoğrafı Sana Gönderdim’in 256’ncı sayfasına vardım. 253’üncü sayfada geçen iki cümle üzerinde düşünmemeye gayret ettim.
“Dünyayı değiştiremedin. Dünyanın tek bir sahnesini, tek bir saniyesini değiştiremedin.”


Pisipisilerimle döner döner, dururdum

Renklipamuklar yeşil bir şala sarınmış, yeşil taşlı küpeler takmış. Tüm güzelliğine karşın yorgun. Bir süre hiç konuşmadık. Küçük bir kız koşarak yanımızdan geçti. Adı Ayşe’ymiş. Ayağında mavi pisipisiler.
“Benim de pisipisilerim vardı. Üstelik beyazdı” dedim.
“Çok güzelmiş” dedi renklipamuklar.

Çocukken balerin olmak isterdim. Pembe bale elbisemi giyer, pisipisilerle parmak uçlarımda yükselir; döner, döner, dururdum.


Dutlar dökülürken...

Esen rüzgâr olgunlaşmış dutları çimene döktü. Yalnızca biri çay bardağımın hemen yanı başına düştü. Mavi pisipisili kız uçarcasına merdivenlerden indi. Arka masadaki kadınlar Türk kahvesi istediler. “Biri orta şekerli olsun” diye tembihlediler. İki köpek kovalamaca oynadı. Onları izledik, olanları izledik.

Bazen güzel olan yalnızca durup izlemek, bir dut ağacının gölgesinde dinlenerek.

18.06.2009

Umut dolu mutlu mektup

Duygu’ya…

El yazısı ile yazılmış bir mektubum ve umut dolu mutlu resimlerim var benim!

Beyaz tuvalde Van Gogh papatyaları

Akşam saatlerinde kapımı çalan mektup renk renk resimler ile birlikte geldi. Bir resimde pembe kartonun üzerine beyaz kağıt yapıştırılmış, beyaz bir tuval elde edilmişti. İri yapraklı üç papatya çizilmişti pembe çerçeveli beyaz tuvale. Tüm papatyaların ortası sarıya boyalıydı. Van Gogh’un ayçiçeklerini çağrıştırıyordu sarısı. Yaprakları ise sarıdan kopmuş maviler, pembeler ve yeşillerdi.

Her gerçeklikte bir hayali kahraman

Bir başka resimde yer, gök, toprak kırmızıydı. Resmin orta yerinde siyah bir çocuk duruyordu. Ayakları yere basmıyordu çocuğun. Gerçek dünyanın hayali kahramanıydı sanki. Siyah bir ev, siyah bir çiçek daha vardı resimde. Evin kapısı kale kapısını andırıyordu. Güneş bile siyahtı. Siyah ışınlar saçıyordu kırmızılığa.

Çiçek tokalı mıdır prensesler?

Bir başka resim ise baharı çağrıştırıyordu. Yeşil elbiseler içinde sarı saçlı bir kız çiçeğe benzer kollarını iki yana açmıştı. Birini özler, sarılmayı bekler gibiydi. Kızın etrafında mor kanatlı bir kelebek gülümseyerek uçuyordu. Kırmızı yeleli sarı bir at duruyordu sayfanın en köşesinde. Kırmızı dağlar yükseliyordu kızın ardında. Kızın saçında çiçekten toka vardı. Belki de bir prensesti. Mesela, Çiçekler Prensesi…
Mektubun içinden minicik beyaz tuvallere yapılmış iki resim daha çıktı. Evler, çiçekler, uçaklar, gülen mutlu çocuklar vardı onlarda da.
Tüm resimleri duvarıma yapıştırdım.
Kitaplığımın yanı başında ‘mutluluk köşesi’ yaptım.

Arkadaşlıklar ve çocukların umut dolu resimleri iyi ki var.
Olmasa... İnanılır mı hiç mutluluğa?

16.06.2009

Göçebe sıkıntılar içinde bir küstüm çiçeği

Parçalı bulutlu sabah,

Elbette, her gün ışıklı olacak değil. Parçalı bulutlu sabahlara da uyanabiliriz. İncecik ekmeğin üzerine çilek reçeli sürüp çay içmeden evden çıkabilirim. Bir haftayı aşkındır gazete okumadığımı aklımdan geçirip gazete bayisinin önünde durmayabilirim. Gülümsemeyebilirim karşıma çıkanlara… Bazen yalnızca “Günaydın” demek yeterli olabilmeli.

Hatta hiç konuşmamak!


Gün başladığı gibi mi biter?

Bir gün parçalı bulutlu başlıyorsa başladığı gibi mi biter? Bulutların iyice grileşip sağanağa dönüşmesi daha güçlü bir olasılık mıdır yoksa? Peki ya güneş...

Çok mu yorgun bulutların arasından ışımak için?


Göçebe sıkıntılar,

Nereden gelip nereye gittiği belli olmayan göçebe sıkıntılar kuşatır bazen içimi. Soluk aldırmayan boğmaca nöbetleri gibidir. Haindir, hoyrattır.

Sanki yalnız kadınlarda daha çok konaklar göçebe sıkıntılar.


Parçalanmış hayatlar gibiyken yufkalar,

JTO'nun blogundaki sigara böreği fotoğrafını görünce “Sigara böreği sarıp kızartsam” dedim. Hem zaman da geçerdi, börekleri sararken. Buzdolabında, vakumlu poşet içinde bekleyen yufkaları dışarı çıkardım. Yoğurtlu sosu ve peyniri hazırladım. Poşeti açar açmaz yufkalar dağıldı, paramparça oldu. Sigara böreği saramadım. Vakumlu poşetlerdeki yufkaları sevmem.

Paramparça bir hayat gibi yarı yolda bırakır insanı…


Yeşermesi beklenen kiraz çekirdekleri,

Kiraz çekirdeklerini toprağa diktim. Bolca su verdim. Belki tutar. ‘Fotoğrafı Sana Gönderiyorum’un 194’üncü sayfasındayım. Bir ömür Selim İleri okuyabilirmişim gibi geliyor. Bunca yıl nasıl fark edememiş, okumamışım?

Okumadığım, bilmediğim, yetişemediğim enginliğin ortasında bir küstüm çiçeğiyim.
Üstelik yalnız.

15.06.2009

Geçip giden 12 saatler...

Işıklı cumartesi sabahı,

Akçaorman’da ılık haziran sabahı…
Çay çiçekli fincanda,
Peynirli poğaça pasta tabağında,
Ponçik mermer masanın üzerinde.

Ponçik ile birlikte rüzgârın kıpırdattığı yaprakların hışırtısını dinledik. Bir serçe ailesi karşı apartmanın panjuruna yuva yapmış. Buldukları çer çöpü beşinci kata taşıyıp duruyorlar. Arada Ponçik’e sesleniyorlar.

Ponçik ile serçe ailesinin telaşını izledik.


Akçaorman’a hoş geldin, biberiye

İki gündür duvara dayalı halde bekleyen biberiye fidesini şimşir ağacının yanına diktim. Toprağını çapaladım. Bayılıyorum biberiyenin ince yapraklarına. Çok seviyorum toprağın ıslak kokusunu.

Bahçe makası ile kurumuş gülleri kestim. Pembe gülün dikeni sol elime battı.

Nasıl da acıtıyor.


Gözlerimde cam kesikleri

Hafta sonunu film izleyerek, kitap okuyarak geçirme düşüncem cuma akşamı telefonumun çalması ile rafa kalktı. Ah, bu ivedilikler… Cumartesi gecesi saat üçe yaklaşırken gözlerimde oluşan cam kesikleri. Klavyede harflerin yerini bulamamalarım. Cümlelerin yerini değiştirmekten yılmalarım.

Ah, bu kelime cambazlıklarım…


Kırmızı kurdeleler, beyaz havlular

İstanbul’un eski semtlerinden birindeyken, bugün. Davul-zurna seslerini duyunca pencereden baktım. Dizilmiş arabalar, arabaların aynalarına bağlanmış kırmızı kurdeleler, beyaz havlular… Gelin evin kapısında görününceye dek susmadı davul-zurna sesleri. Anlaşılmaz olan damattı. Bir erkek sevdiği kadına evlendiği gün arabanın kapısını açmazsa… Beklemez, kalabalığın ortasında bırakıp giderse… Bilmem ki nasıl bir birliktelik olur bu?

Bir gün olursa… Elimi hiç bırakmamalı.


Kelimeler, kelimelerim...

Üç buçuk su bardağı soğuk süt ile pişiyor bir paket hazır keşkül. Pişirmesi en fazla 20 dakika sürüyor. Küçük kaplara boşalttığım keşküllerin üzerini hindistan cevizi ile süsledim. Film izleyebilirdim. Kitabımı okumayı sürdürebilirdim.

Bunca yılgınlığa, bıkkınlığa karşın yine kelimelerle paylaştım ömrümden geçip giden 12 saatleri.

12.06.2009

Beyaz Masallar ve küsmeyen sardunyalar

Bu gece,

Masamın üzerinde duran dev kupayı deviriverdim. Neyse ki içinde su yokmuş. Olsaydı bilgisayarım, cep telefonlarım, ticket fişleri, kartvizitlerim batacaktı. Delirir miydim?

Büyük olasılıkla.


Oldukça,

Hafiye gibi Beyaz Masallarımı izleyen renklipamuklar durumdan memnuniyetsiz. Her fırsatta “İnci birdenbire aşık oldu Mehmet’e” diye söylenip duruyor.
“Aşık olmadı, etkilendi sadece” desem de ikna olmuyor.
Israr ediyor:
“İnci daha ketum olmalıydı.”
“Şekerim, ketum olup ne yapacak?” diyorum.
Bozuk plak gibi tekrarlıyor:
“Tasarladığım gibi bir kadın hiç değilmiş. Bir kadeh rakı içti, çözüldü. Ketum olacaktı, ketum!”
“Ketum olmaktan hangi kadın ne fayda görmüş şu dünyada?” diye soruyorum.
“Halimiz ortada!”

Renklipamuklar’ı ikna etmek mümkün değil.

İnci ketum olmalıymış!


Bu akşam,

Beşiktaş’a gittik. Çay içtik, yoldan geçenleri izledik. Kızların saçlarındaki tokalara baktık. Şekersiz çayıma limon attım. Renklipamuklar tek şekerli içiyor çayı. Sigara yaktı peş peşe. Bayağı oldu, bıraktım sigarayı…
“Mutsuz görünüyorsun” dedi.
“Bilmem, belki yorgunluktur” dedim.
“Mutsuzluk gibi” dedi.

Bilemedim.


Alıntı,

Geçenlerde renklipamuklar kitap hediye almıştı bana. “Mutlu ol diye…” demişti hediyeyi verirken. Dün gece ikiye kadar kitap okudum yatağımda.

“Oysa kız çocuğunu Büyükada’daki köşkte adım adım izliyorum. Resmin yeni kelebeğini, yeni tırtılını büyülenmişçesine gözetliyor. Kelebek kanadındaki renklere… yağlıboya renklerin kelebek kanadına dönüşüvermesine şaşıyor, içinden, sessizce, bir mucize. Resimlerin sonradan kelebeklerini, tırtıllarını, yaşadıkça unutmayacak. İskelede, sevdiği adamı yitirmişken, kelebeklerden, tırtıllardan yardımlar, imdada yetişmeler umacak. Sanat eserinin bitmemişliğini…” derken kitabın 56’ncı sayfası*.

Hep yarım kalmışlıklara…


Genelde,

Yarım kalmışlıklarım daha çok sonbaharda gelir aklıma. Okuduğum kitaptan ya da göz açıp kapayıncaya kadar geçen haftalardan olmalı aklımdan hiç çıkmaması. Mevsim haziranken... İçinde haziran olan ne çok şiir yazılmış.

Penceremin önündeki sardunya koyu pembe çiçek açmış. Önceki yıllar kıştan korurdum sardunyalarımı. Bu kış kendi hallerine bıraktımdı. Demek bana küsmemişler.

Ben olsam küserdim.


* Selim İleri
“Fotoğrafı Sana Gönderiyorum”

10.06.2009

Denizin mavisinde bir çakıl taşı kıpırtısı

Yatağında uyanmamak; evinden, şehrinden kaçıp bir kıyı köyüne sığınmak bir kadının hayatında neyi değiştirebilir ki? Tek bir çakıl taşını olsun kıpırdatabilir mi yerinden?

Gece, sanki asırlar öncesinde kaldı. Mehmet de asırlar öncesinde. Korkunç bulantı aynı yerde. Şiddetli baş ağrısı uyanır uyanmaz yerleşti gözlerime.

Mehmet.
Geceyi örten bakışları…

Çekili perdelerin ardında bir kıpırtı; sahipsiz. Denizden esen sabah rüzgârı belki de. Dalları pencereye uzanan gül ağacına estiyse.

Mehmet.
Kirpiklerinin gölgesi yüzümde…

Onu değil, yakamozu izleyerek buldum yolumu. Yabani bir kuşun çığlığını duyunca yetişmeye çalıştım adımlarına. Köpekler ulurken belli belirsiz yaklaştım. Ya anladıysa korktuğumu… Eve yaklaşır yaklaşmaz uzaklaştım gerçi.

Mehmet.
Kolumdaki ince sızı ile birlikte…

Anahtarımı aradım, bulamadım. Buldu. Ahşap ve eski kapı gıcırdayarak açıldı. “Hoşça kal” derken gül ağacının dalları kolumu çizdi. İnce kesikler bırakır gül dikenleri… Sordu:
“Canın acıdı mı?”
Bir yanıt vermiş olmalıyım. Hatırımda değil.

Kapıyı kilitledim. Emin oldu kapıyı kilitlediğime… Öyle gitti küçük bahçeden. Gülkurusuna boyalı evden öyle uzaklaştı. Kolumda dikenlerinin izini bırakan gül ağacından gül kopardı giderken.


Ege Denizi’nin maviliğinden kopan bir dalga ile bir çakıl taşı kıpırdadı ansızın.
Haberim yok.

8.06.2009

Kurumuş çiçeklerin saklısında…

“Merhaba” dedim. Kısacık kesilmiş saçları ıslaktı.
“Anlaşılan yalnız başlayan tatil yalnız sürüyor” dedi.
“Öyle planlandığı için…”
“Bu akşam sana katılmam planına zarar verir mi?”

Aslında ahşap iskeleden denizi izlerken, kumsalda yürürken, çay bahçesinin önünden geçerken onu düşünmüştüm. “Zarar vermez” demekle yetindim. Karşımdaki sandalyeye oturdu. Baharat kokulu keskin bir parfüm sürmüştü. Parfümünün kokusu başımı döndürdü.

“Hakikaten kötü bir seçim” diye konuştu. “Sardalyaları hayal kırıklığına uğrattın ama asıl yakamozu ne yapacağız?”
Denize baktım. Sordum:
“Yakamoz niye hayal kırıklığına uğradı?”
Ayakkabımın içine kum tanecikleri dolduğunda güldüğü gibi güldü.
“Yakamoz rakı kadehini sever. Ondan…”
“Bunu bir tek sana söylemiş olmalı” dedim. Göz kırptı.
“Yakamozlu geceleri bana soracaksın, ben de sana anlatacağım.”
“Hiç kimseye hiçbir şey sormam ben” derken gözlerimi kaçırdım.

Duraksadı galiba.

“Hep böyle misin?” diye sordu.
“Nasıl?”
“Zırhın hep üstünde midir?”

Duraksadım galiba.


Masaya gelen kadehleri doldurdu, birini bana uzattı. Rakı içtiğim zaman midem bulanır, beter olurum. Aslında içmesem…

Kadehini kaldırdı, bekledi. Eşlik ettim. İnce uzun bardaklar birbirine çarparken,
“Zırh kuşanmış kadınlara!” dedi. Geceye saklanmış yıldızlardan biri kaydı, göz bebeklerime düştü.
“Çok iyi insanlar” dedim telaş içinde. Gözlerime baktı ve galiba gördü. Orada alev alev yanan yıldızı gördü. “İhsan Amca ile Hatice Teyze, gerçekten çok iyi insanlarmış” diye sürdürdüm konuşmamı.
“Biliyorum” dedi. “Bu yüzden oradasın.”
“Neden bana yardım ettin? Tanımıyordun, adımı bile bilmiyordun.”
“Sen de beni tanımıyordun.”


Deniz, yakamozun pırıltıları, masanın üstündekiler, çardaktan sarkan asma yaprakları sanki yerinde kıpırdandı.
“Belirtmeliyim ki kısa süreli ve kesinlikle yalnız bir tatil yapmak için buradayım” dedim. “Gayet yorucu bir hayatın içinden geliyorum ve daha fazla yorulamam.”
“Seni yoruyor muyum?”

Rüzgâr saçlarımı dağıttı.
Saçlarımı düzeltmeye uğraşırken…
O hâlâ içiyorken…

Anlatmaya başladım.

“Hayatımda ilk kez her şeyi oluruna bıraktım. Cep telefonum kapalı, bilgisayarım yanımda değil. Kimse nerede olduğumu bilmiyor.”
Kadehin sonuna yaklaştım.
“İznim sadece bir hafta ama İstanbul’a bir daha hiç dönmeyecekmiş gibi davranıyorum”. Boş kadehi masaya bıraktım. “Dayanılmaz olan ne biliyor musun? Hiçbir şey benim sandığım gibi değildi.”

Mehmet sönmemiş sigarasına yenisini ekledi.
“Fazla sorguluyorsun” dedi. “Hayata bu kadar yüklenmesen…”
“Yaşamak böyle bir şey Mehmet”
dedim. “Birilerini, bir şeyleri yüklenerek...”
“Ve, arada soluklanarak. Başkalarının bize ait olan bir şeyleri yüklenmesine izin vererek…”
Denizin yakamoz düşmüş tarafına çevirdi gözlerini. Işıksızdı gözleri.


Bir süre sustuk.


“Senden önce bira içmiştim. Şimdi de bu…” dedim.
Sordu:
“Gitmek ister misin?”
“Gitmeliyim.”

Sigarasını söndürdü. Sarışın garsonun yüzü geldi geçti, ayağa kalktım.
“Yolu biliyorum” dedim. Mehmet ne uzak ne yakın.
“Sen rahatına bak” dediğimi hatırlıyorum.
“Alışkınım” dediğimi…
Bir ara üşüdüğümü, korkunç bulantının şiddetlendiğini…
Yabani bir kuşun kesik çığlığını, köpek ulumalarını...
Yolun bitmek bilmediğini hatırlıyorum.

Gece olunca gülkurusuna boyalı ev rengini yitirmiş.
Güllerin tarçınımsı, sardunyaların mayhoş kokusu.
Küçük bahçedeki güllerden kopardığımı hatırlıyorum.

Hatırlamadığım Mehmet’e sorduğum soru:
“Kadınlar neden kitaplarının arasında kurumuş çiçekler saklarlar?”

3.06.2009

Bir zeytin tanesi dalından düşerken...

“Güzel günler göreceğiz, güneşli günler” demişti ya şair. Ege’de yaşayacağımız güneşli günlere ve Masal Sevgili’ye yazıldı bu masal.

Kurumuş gülü okumadığım kitaplarımdan birinin arasına sakladım. Okumadığım bir kitabın…

Olur ya yine Mehmet ile karşılaşırız.
Olur ya kitabımı okuyorken.
Arasından düşüverir kurumuş gül.

Tek kapılı eski gardıroba eşyalarımı yerleştirdim. Uzun sürmedi. Boş odada bavuluma yer aradım, bulamadım. Ahşap masanın altına gizledim. Yatağa uzandım, kitabımdan birkaç sayfa okudum. Beyaz badanalı aydınlık duvarlarda gezdirdim gözlerimi. Neden sonra aynaya bakmak geldi aklıma… Burnumun üstü güneşten kızarmış, yanaklarım pembeleşmişti. Bir haftaya kalmaz buğdaya dönerdi tenim. Sararırdı saçlarımın uçları…

Bir ayçiçeğine benzetirim kendimi böyle olduğumda.


Küçücük banyoda ne küvet vardı, ne kabin. Su önce soğuk aktı, ardından ısınıverdi. Ege’de musluklardan akan su kireçlidir. Kendine özgü tadında tuz, kokusunda toprak vardır. İlk birkaç gün sertleştirir saçlarımı, kazık gibi yapar. Alışınca ipek gibi olur.

Beyaz sabun kokulu çarşaflara uzandım. Ürperdim, pembe pikeyi üzerime çektim. Uyumuşum.

Kapının çalması ile uyandım. İhsan Amca gelmiş, yanında tombul, güleç yaşlıca bir kadın.
“Hatice Teyzen yemek getiriverdi” dedi.
Yanakları al al, gözleri pırıl pırıl Hatice Teyze “Tarhanayı, zeytini elceğizlerimle yapıverdiydim kızım” diyerek kınalı elleri ile koluma dokundu. “Pek zayıfmışsın sen. Buranın havası hastalara bile iyi gelir. Birkaç güne kalmaz toparlayıverirsin” dedi.
Gülümsedim.
“Çok teşekkür ederim, zahmet ettiniz. Dışarıda yerdim bir şeyler.”
Hatice Teyze gümbürdedi:
“Olur mu hiç? Mehmet’in emanetiymişsin ya bize.”

Gülümsemem yüzümde dondu, kaldı.

Beni hiç tanımayan Mehmet tarafından yüzümü ilk kez gören bu insanlara emanet edilmiştim. Tepsiyi aldım. İçimden Hatice Teyze’nin al yanaklarını, İhsan Amca’nın ellerini öpmek geçti. Mehmet’i bulup boynuna sarılmak geçti. Ama ben... Pek belli etmem hissettiklerimi.
“Bir ihtiyacın olursa üst kata sesleniverirsin kızım” dedi İhsan Amca.
Gittiler.

Köy ekmeği, tarhana çorbası, zeytinyağında yüzen yeşil zeytin, körpecik börülce nefisti. Kırıntı kalmayıncaya kadar hepsini yedim. Kısacık, sarı elbisemi giydim. Saçlarımı küçük bir topuz yaptım. Kumsalda yürüdüm, ahşap iskelede oturdum, ayaklarımı denize soktum. Her şey güzel ve dingin.

Turuncuya boyanan gökyüzünün rengi kırmızıya yaklaştı. Maviye karıştı. Gün battı, hava serinledi. Kalın bir şeyler giyip köye doğru yürüdüm. Çay bahçesinin önünden geçtim. Oturduğumuz masada iki erkek konuşmakta... Gözlerim karşı kıyıya takıldı.

Köyde, renkli ampuller ile aydınlatılmış küçük bir balık lokantası vardı. Yemek yiyenlerin çoğu erkekti. En tenhadaki masaya geçtim. Orta yaşlı sarışın bir adam yaklaştı:
“Hoş geldiniz” dedi. “Size ne ikram edelim?”
“Taze balık”
dedim. “En tazesinden…”
“Hepsi taze. Deniz şurası”
derken gülümsedi.
Öyle ya Ege’deydim. Ve dalgalar neredeyse küçük seti aşıp pabuçlarıma varacaktı.
“İyi kızarmış sardalya istiyorum o zaman. Yanında bira lütfen.”

Balık çıtır çıtırdı.
Denize vuran ışıklar dalga dalga.
Dalgalar uzak uzak.
Esen ılık rüzgâr dağlarda açan kekiklerin kokusunu kıyıya taşıdı.
Bir zeytin tanesi dalından koptu, gün boyu ısınmış toprağa düştü.


“Sardalyanın yanında rakı daha iyi gider” diyen biri...
Bulutlu bakışlarıyla... Mehmet karşımda.