30.04.2009

Bir kentin yitimidir aşk

Yazılan yazılmayan tüm efsanelerin başlangıç noktasıdır aşk.
Geleceğe dair kurgulanan tüm hayaller yörüngesinde büyür.
Aşk bir kent kurdurur. İstanbulumsu bir kenttir inşa olan. Sınırları denizleri aşan,
Sınırları sonsuzluğa varan.

Yedi tepeli, her tepesinde perilerin düşlerini saklayan.

Seviden kurulan kenti aşılmaz sanılan surlarla çevirir aşk.
Yüzyıllar boyu yaşanası saraylar inşa ettirir surların ardında.
En abidevi anıtları yükseltir kentinde ki bu anıtlar varlığına kanıttır. Kentin içinde bir kent daha vardır, labirentlerin ördüğü.

Oysa aşılmamış sur, terk edilmemiş saray, yıkılmamış anıt yoktur. Her labirent bir gün gizemini yitirir.

O gün,
Bir kentin yitimi gibi sulara gömülür aşk.

29.04.2009

Örselenmiş yanıtsızlıklarım

Mutsuzum.
Ağlasam hafifler mi mutsuzluğum?

Okumam ve içeriğine hâkim olmam gereken iki sayı duruyor masamda. Sabahtan bu yana…

Öneriler bekliyor karşı taraf. Çok daha iyisini, çok daha yenisini, çok daha başkasını ve çok dahalarını bekliyorlar benden. Her zaman beklendiği üzere…
Alışkınım nasılsa.
Fakat, bu usanç niye?

Son iki sayıyı okumayı bu gece bitirmeli, yaratıcı fikirler geliştirmeliyim. Saatlerle kavgam başladı. Gün ışıyıncaya kadar zamanım var. Ardından…

Ardından dev kulelerin birinde uzun süren görüşmeler yapacağım.
Bir ara “Ne içersiniz?” diye sorulacak.
Büyük olasılıkla “Ihlamur” diyeceğim. Öte yandan…

Öte yandan evimde bir başıma kaldığım zamanlarda bir Ege masalını anlatmayı sürdüreceğim. Sonuna nokta koyduğum her masalın ardından kendime soracağım:
“Yazdığın masallara kendin inanmıyorken başkaları neden inansın ki?”

Sorgumu yanıtsız bırakarak cezalandıracağım kendimi.

28.04.2009

Sabahın ilk ışıkları düşerken

Sabahın ilk ışıkları perdeleri aşıp odaya dolduğunda hâlâ uyumamıştım. Evin içinde gezinirken mutfaktaki saatin üçü gösterdiğini hatırlıyorum. Sonra birden bire beş olmuş. Sanırım toplamı iki saatlik bir uyku.

Yıllardır süren orantısız çalışma tempom yalnızca hafta sonlarımı değil, gece uykularımı da kendine benzetti. Olsun, hücrelerime işleyen tüm olumsuzluklarına karşın mesleğim her şeyim.

Saat altıyı geçiyordu, başımda şiddetli bir ağrı. Kettle’ın düğmesine bastım, renklipamuklar’ı uyandırma çekincesiyle. Gece bir kez daha deprem olur diye beraber kaldık renklipamuklar’la.

Ihlamur yaptım, sıcacık içtim. Tam uyuyacağım, bu defa Ponçik dışarıda cik cik yapan kuşlara laf yetiştirmeye başladı. Yalvarırcasına rica ettim:
“Ponçik, sabaha kadar uyumadım. Lütfen sus!”

Ponçik çoğu insandan daha makul geliyor bana. Sustu.

Bir rüyanın ortasındaydım ki telefon çaldı. Yaklaşık iki aydır süren şekerli tatilimin sona erdiğini öğrendim gelen haberle. Reddedemeyeceğim, reddedersem sonrasında dövüneceğim bir teklif.

Bundan böyle uykusuz geceleri, yorgun düşmüş gündüzler izleyecek. Hücrelerime işlediği gibi…

26.04.2009

Filmlerde pembe yaşanır hayatlar…

Rebecca’nın tüm kredi kartlarının limitleri dolmuştur.*
Ev kirasını ve faturalarını ödeyememekte, posta kutusuna her gün icra kağıtları bırakılmaktadır. Alışveriş çılgınlığına kapılmış Rebecca limit kırıntılarını kullanarak ne bulursa almayı sürdürmektedir. Tam bu haldeyken çalıştığı dergi kapanır.
İşsizdir.

Moda editörü olma hayaliyle yaşayan Rebecca ülkenin en prestijli moda dergisini yayınlayan gruba iş görüşmesine gidecektir. Görüşme sırasında kendini iyi hissetmek için mağazada beğendiği yeşil eşarba mutlaka sahip olmalıdır. Ve olur da...

Yeşil eşarbı satın alabilmek için uydurduğu hikâye ile kaderi aynı noktada kesişir. Eşarbı satın almasını sağlayan centilmen ile görüşmeye gittiği derginin editörü aynı kişidir.
İşe kabul edilir. Rebecca kendinden beklenen yazıları yazamaz. Başkalarının yazılarından sığ alıntılar yapmaktan öteye gidemez. Çalıştığı yayının terminolojisine tamamen yabancıdır. Kendine verilen işi zamanında teslim etmek yerine kağıdı kalemi bırakıp mağaza mağaza gezer, alışveriş yapmayı sürdürür. Melek olmaktan başka bir tek kanatları eksik editörü “Kovuldun. Yayıncılık hayatın sona erdi” demek yerine, “Rebecca nerelerdesin? Hani bir yazı vardı, ne oldu?” gibi ilgi ve anlayış dolu mesajlar gönderir.

Sorumsuzluklarına ve beceriksizliklerine rağmen finans sektörünün devi olan dergide Rebecca’ya iki tam sayfa yer ayrılır. Rebecca yazdığı ilk ve tek makale ile finans dünyasını birbirine katar. Herkes olay makalenin gizli yazarı ‘Yeşil Eşarplı Kız’ın kim olduğunu birbirine sormaktadır.

Elbette, Rebecca’nın hayatında da birtakım olumsuzluklar vardır. En büyük mutsuzluğu ise editörü ve aynı zamanda sevgilisi olan Luke Brandon’a söylediği yalanlar ile borçları nedeniyle izini süren icra memurudur.

Öyle ya da böyle Rebecca hayatındaki tüm sorunları alt eder. Kısa zamanda, küçük adımlarla az yol yürüyerek hem başarılı bir kariyere hem de mutlu bir aşka kavuşur.

Gökten üç elma düşer.
Rebecca’da bu şans varken bence elmalar organiktir.



*Bir Alışverişkoliğin İtirafları

23.04.2009

Sorgusuz sualsiz mutluyduk

Kar yağardı, torbadan kızak yapar yokuş aşağı bırakırdık kendimizi. Kaymaktan çok yuvarlanırdık.
Çocuktuk.

Apartmanlarla dolmamıştı sokaklarımız. Çitlembik ağaçları vardı hâlâ. Çitlembik toplar; canımız isterse yer istemezse birbirimize atardık.
Çocuktuk.

Bir çam ağacının adını ‘Bombi’ koymuştum. Başka çocuklar dallarını kırmıştı. Yara alan yerinden reçine akardı. Yapraklarla sarardık Bombi’nin iyileşmek bilmeyen yarasını.
Çocuktuk.

Baharda hanımelleri açınca bir bir toplardık. Uğraşır, didinir bir damla bal için ziyan ederdik çiçeklerini.
Çocuktuk.

Anneleri tarafından terk edilen yavru kedilerin annesi olurduk. Yoğurt kaplarına süt koyardık, buzdolabından kıyma aşırırdık kediler için.
Çocuktuk.

Adını bilmediğimiz yabani otlara rastlardık bazen. “Gözüne gelirse kör olursun, kulağına kaçarsa sağır olursun” diye korkuturduk birbirimizi, aslını astarını bilmeden.
Çocuktuk.

Günde defalarca Eti Puf yer, minik küfelere benzeyen kaplarından tartı yapardık. Adalet ile adaletsizliği tartar gibi ciddiyetle tartardık içine doldurduğumuz taşların ağırlığını.
Çocuktuk.

Çocuktuk, sorgusuz sualsiz mutluyduk.


23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız kutlu olsun. İçinizdeki çocuk hiç solmasın.

21.04.2009

The Blue Elephant ve düne dair bölümler

Düne Dair, Bölüm I

Dün Ossy ile birlikteydik. Bana domates soslu nefis makarna ile hellim peynirli leziz salata ısmarladı. Ben de ona kahve ısmarladım, fakat kullandığım ilaçlar nedeniyle kahve yerine sıcak çikolata içebildim.

Sıcak çikolatanın üzerine kar gibi krema koymuşlar. Ossy şaşırdı.
“Çikolatanın üzerine köpük krema koymazlar ki. Sana torpil yapmışlar” dedi, göz kırparak.
“Sanmam” dedim, “Bilmem” diye değiştirdim sonra.

Ossy’e “Uykusuzluktan sürünüyorum” diye şikâyet ettim.
“Ben de. Her gece üçü, dördü buluyor uyumam” dedi.
“Hayatımız alt üst oldu. Biz deli gibi çalışmaktan başka bir şey bilmez miymişiz şu hayatta?”
“Bilmiyormuşuz demek. Herkes gibi yaşamayı unutmuşuz”
dedi Ossy.
Gözlerinin altında siyahlıklar oluşmuş.
“Yalnızca çalışmaya programlanmışız” diye durumumuzu kendimce özetledim.

Düne Dair, Bölüm II

Yetişkinlerin dünyasını kuşatan tekdüze renklerden bunaldıkça rengârenk çizgi filmler izlerim. ‘The Blue Elephant’ bunlardan biri oldu.

Haftalardır derin uykulara sarınmış, bölünmemiş gecelerden yoksunum. Gözlerim ancak gün ışımaya başladığında kapanıyor ve sabah saatlerindeki birkaç saatlik uyumalarla tamamlıyorum günün geri kalanını.

The Blue Elephant özlediğim uykulara dalmamı sağlayamasa da mavi fil Khan’ın sevimliliği ile pek çok yerde dolu dolu güldüm. En çok uçan balonlara benzeyen kurbağaları, durgun gölde yüzen ışıklı nilüferleri, pıtır pıtır açmış çiçekleri ve Ponçik gibi oradan oraya anlamsızca uçan haberci kuşu sevdim.

Oldum olası filleri çok severim. Küçük bir fil biblom ve mumdan fillerim vardır, yıllardır dururlar televizyonun üzerinde. Geçenlerde renklipamuklar fil desenli bir kupa hediye etti bana.

Fillerle donattım etrafımı.
Lakin uyuyamadım dün gece de.

19.04.2009

Marley ve biz

Bir erkeğe duraksamadan güvenebilirsem…
O mucize erkeğe inanabilirsem…
Ve olur da biz birbirimizi evliliğe ikna edebilirsek…

Evleneceğimiz gün lapa lapa kar yağmalı.

‘Marley and Me’nin aklımda kalan çarpıcı tek sahnesi buydu. Bembeyaz bir günde evlenen John ile Jenny üzerlerinde smokin ve gelinlikle evlerinin yolunu tuttular. Lapa lapa yağan karın altında yürüyerek, el ele...

Her şey sade, dingin ve sevgi doluydu. John ile Jenny’nin hayatlarının açısı çılgın ve komik köpek Marley’in aralarına katılmasıyla yüz seksen derece değişti. Kemirilmiş mobilyalar, parçalanmış çamaşırlar, havada tüyleri uçuşan yastıklar, gece yarısı ulumaları vs.

Zaman geldi, geçti. John ile Jenny daha büyük bir aile olmaya karar verdiler. İlk bebeğin ardından hamile kalmayı adeta yaşam tarzı haline getiren Jenny, önce mesleğine daha sonra ise neredeyse sosyal yaşama veda etti. Bir ara delirdi, az kalsın John ile Marley’i bile kapının önüne koyuverecekti.

Jenny evde çocuklarla siftinirken, Jerry olanca hızıyla kariyer basamaklarını tırmanmayı sürdürüyordu. Her gün binlerce kişi tarafından okunan bir köşe yazarı olmuştu.

Her şey yolunda gidiyordu ki bir gece çılgın ve komik köpek Marley eve dönmedi. John Marley’i bulduğunda bir ağacın altında yatıyordu ve koşarak veterinere yetiştirdi.

O sahneyle birlikte filmi izlemeyi bıraktık. Yıllar önce kaybettiğim köpeğim ve yaşadığım benzer sahneler aklıma geldi.

“Aklıma Timi geldi” dedim renklipamuklar’a.
“Ben de izleyemeyeceğim. Hiç umduğum gibi bir film değilmiş, zaten yarısında uyudum” diye karşılık verdi renklipamuklar. Söylendim:
“Madem uyuyordun, bana niye izlettirdin? Ne güzel Blue Elephant’ı izleyecektik. Tutturdun bunu izleyelim diye.”
Battaniyenin altında somurtan renklipamuklar
“Ne yapayım?” dedi.

Zaten çok da keyif almadığımız filmi izlemeyi bıraktık. Marley’den haberimiz yok.

Film gereği olsa da kötü bir şey olmasın Marley’e…

17.04.2009

Tüm uğurları soldurur aşk

Kolyeler, yüzükler, bilekliklerle dolu vitrinlere bakarken uğur getirecek yeni bir süse gereksinimim olduğunu düşündüm. Uğurlarım inançlarımla birlikte hırpalandılar çünkü. Tılsımlarını yitirdiler birer birer.

Eskiden bir dolu uğur param olurdu. Hepsi kayboldu.
Yalnızca birini saklıyorum, kimsenin elinin uzanamayacağı bir gizlide…

Renkli küçük kağıtlara yazılı tavşan niyetlerimin yazıları silikleşmiş. Harfleri kaybolmuş dileklerin elinden ne gelir ki?

Kehribar taşlı çiçekli yüzüğümün taşları defalarca kırıldı. Yaptırdım, bir kere daha, bir kere daha kırıldı. Sakladım bir yerlere. Görmek istemedim kırılıp dökülmüşlüğünü…

Ossy bir aşk bilekliği almıştı, Ankara’dan. Kırmızı, mavi, yeşil, sarı renkli iplerle örülü incecik bir bileklik. Düğümlerken, “Koptuğu gün gerçek aşkı bulacaksın, hiç ayrılmayacaksınız” demişti. Bir yıl oldu mu acaba? Bileklik sımsıkı düğümüyle hâlâ bileğimde…

Pirinç tanelerinin, gelin tellerinin, ilkbahar papatyalarının, yıldızların arasında beliren hilalin sihrine de inanırdım. Adımın Japonca, Arapça, Rusça, başka başka dillerde yazılmasının tılsımı olduğuna da.

Eskidi, soldu her biri.

Vitrinlere bakarken en çok minicik yoncalara takıldı gözlerim. Miniciktiler ve dört yapraklıydılar. Çocukken çimlerin arasında dört yapraklı yonca arardım. Bulduklarım üç yapraklı olurdu.

Dört yapraklı yonca var mı ki?
Yeni uğurum dört yapraklı yonca olsa...
Ya o da diğerleri gibi eskiyip solarsa...

16.04.2009

Kendi içine yağan nisan yağmurları

Ucu maviye boyalı kibriti tutuşturdum, iki mum yaktım. Mumlardan biri odayı ise boğdu. Ardına kadar açtım pencereyi. Ancak o zaman fark ettim ki yağmur yağmakta…

Nisan yağmuru…
Bahar yağmuru…
Benim yağmurum.

Hava çoktan karardı.
Pencereyi az önce kapadım.
Yağmur dinmiş miydi? Duymadım damlaların sesini…
Sessiz sessiz yağar nisan yağmuru, kendi içine ağlayan kadınlar gibi. Duyurmaz sesini kolaylıkla.

Dinlediğim müziği araladı silueti.
Dizelerin, notaların arasından sıyrılıp siyaha varan gözleriyle duymadan gitti.
Seslenmedim ardından…

Üç gün önceydi. Kandinsky asılıydı duvarda. Hastane duvarlarına Monet ve Renoir asarlar çoğunlukla. “İyi ki sanat tarihi okudum” demiştim resme bakıp. Biriken pişmanlıklarımın üzerini örtüp.

Reçeteye karalanan bir dolu ilaç arasında biri var ki yaşamaktan çok uyumakla uyumamak arasında bıraktı beni. Elimde olsa atacağım çöpe. Elimde değil.

Gökyüzü dar, gece daha bir siyah.
Elimde değil.


Ressam: Wassiliy Kandinsky

10.04.2009

Bahar, mucizeler ve mavi gökyüzü…

Çiçeklerin toprağın mucizesi olduğuna inanırım. Çocuklar da mucizedir bana göre. Maviler, beyazlar, Çingene pembeleri, kırmızılar, morlar, sarılar baharla birlikte nasıl fışkırıyorsa topraktan… İşte, çocuklar da öyle ışık saçıyorlar gülümsediklerinde.

Havanın kararmasına saatler kala perdeleri örterim.
Perdeleri örtmeme yakın yanıma kitabımı aldım, iki sokak ötedeki parka doğru yürüdüm. Yolumun üzerindeki markete uğradım, kırmızı paketli sütlü çikolata aldım.

Parkta, yanımdaki bankta oturan ihtiyar amcaya çikolata ikram ettim. Şaşırdı, sevindi. Ayrılırken el salladı “Teşekkür ederim kızım” dedi, gülümseyerek.
Annesi izin verse pembe pantolonlu küçük kıza da verirdim çikolatadan…

Karşımda uzanan yeşilliği, yeşilliğin üzerinde patlamış sarılı beyazlı küçük çiçekleri seyre daldım. Gözlerim ufuk çizgisine doğru vardığında, yükselen gökdelenleri sayar gibi oldum. Vazgeçtim, saymadım.

Kuş seslerine, rengârenk çiçeklere, taze çimen kokulu rüzgâra karşın İstanbul’un tam ortasında bir yerde.
Parkta çiçekler, cıvıl cıvıl çocuklar…
Parkta bahar ve mucizeler.

Yaşamak, gökyüzünün derinliğinden mavi soluklar çalmak güzel şey!

Ellerim üşüyünce saatime baktım ki hayli zaman geçmiş. Okunmuş sayfalar ve kalan bir parça çikolata ile perdeleri örtük evime geri döndüm.

9.04.2009

Çöpten olsa da severim masalları…

Ihlamur her derde deva mıdır? Olsa da olmasa da kendimi anafora kapılmış hissettiğimde küçük sarı poşeti atarım fincanın içine. Suyun kettle’da kaynaması birkaç dakika, yaklaşık beş dakika sonra derdime derman olmayacağını bilsem de ıhlamurumu yudumluyor olurum.

Bir tarafta bilgisayarım açık, diğer tarafta TV kanallarının birinden diğerine geçerken… O müthiş filmle karşılaştım. Elbette, Notthing Hill. Defalarca izlemiştim, bir kez daha izledim. Defalarca duymuştum, bir kez daha duydum Julia Roberts’ın ağzından dökülenleri:

“Sonsuza kadar...”

Dedim ya anafora kapılmış gibiyim diye… Bir ara derli toplu biri olmayı az buçuk başarmıştım; şimdilerde yine bitpazarına döndü etraf. Bana ait her şey çalışma masamın üzerine toplanmış. Kitaplarım, defterlerim, ajandam, el kremlerim, ıhlamur fincanım, vanilyalı bisküvi, mum, taç, bir kutu B12, bilgisayarın pili… Hatta Ponçik bile masamın üzerinde.

Geçen gün yeni bir kitap aldım. Adını sevdim, kapağını sevdim öyle aldım. ‘Berci Kristin Çöp Masalları’. Belki de çöpten olsa bile masalları sevdiğimdendi.

7.04.2009

Mürekkebi kurumamış nisan yazısı

Daha önce yazabilirdim.
Şubattı, 14'üncü gününü sevmezdim; yazmadım.
Marttı, bir keresinde mart ayında terk edilmiştim; yazmadım.
Oysa nisan…

Nisan geldiyse bahar da geldi demektir.

Bahar geldi mi en köhne umutlar bile gökkuşağından bir renk çalma cüretini gösterir.
Gökyüzünde uçurtma olur bahar. İstanbul’da lale…
Denizde gümüşi pırıltılar, çocuk parklarında pamuk şekeri.
Okul önlerinde leblebi helvası, el arabasında haşlanmış mısır buğusu.

Nisan geldiyse bahar da geldi demektir.

Unutturur; yeşil yaprakların arasından süzülen ışık hüzmeleri yaşayamadıklarımızı, ertelediklerimizi.
Bir kışın daha yoksun sona erdiğini… Bir sobanın sıcaklığını hissedemeden.
Kestane kabuklarının çatlarken çıkardığı çıtırtıyı duyamadığını ya da Vefa’ya boza içmeye gidemediğini unutturur insana.
Beklemekten vazgeçtiklerini aklına bile getirmez.

Nisan geldiyse bahar da geldi demektir.
Mürekkebi kurumadan yazılıverir yaşananlar.