31.12.2009

Mutluluk durduğun yerde…

Neyse ki gidebileceğim bir yerim, sığınabileceğim kimsem yoktu. Olsaydı… Her şeyi orta yerde bırakır ve giderdim, sığınırdım.

Hani karıncalar birbirini izler; peş peşe, sağdan soldan toplayıp taşıdıkları yüklerle. Geçen hafta… Aynı karıncalar gibi tüm olumsuzluklar birbirini izledi. “Eğer bu mesleği bugün bırakmadıysam…” diye başladı bir cümlem, “Bir daha bırakmam” ile bitti.

Şöyle…
Emeğini günlerce, aylarca, sayfalarca yığarsın. Sonra bir an gelir ve o an, tümünü hiçe sayabilir. Pamuk ipliğinin üzerinde zamanla, yorgunluklarla, yılgınlıklarla akrobasi yaparsınız. Esas olan hatayı ipin üzerinden düşürmektir. Fakat hatalar hep kaçak dövüşür. Bazen denge senden yana olmaz bazen de olumsuzluklar yakanı bırakmaz.

Olsa…
Her şeyi orta yerde bırakıp gitmek ve sığınmak istersin.

2009’un son gecesi başladı. Gece gündüze dönecek ve bir yıl daha bitecek. Aynı nehirde iki kez yıkanamam, 2009’un ve öncesinin gidenlerini geri döndüremem. Ama… Sonrasını güler yüzle karşılayabilirim. Bu elimde, gözlerimde…

Akşam saatlerinde… Bir süredir uzak kaldığımız bir arkadaşımdı arayan. Sesinde duygudan örülmüş naif notalar gizlidir. Öyle mutlu, öyle özel bir haber karşılaştırdı ki bizi…

2009’un son gecesi sürerken…
Holly 12 yıl süren çetrefilli bir beraberliğin ardından evlendi, sevgilisi eşi oldu. Nihayet bu yıl evinde, onun yanında…

Issız Adam bizim kızı aramış, çok üzgünmüş. Pişmanmış, affedilmeyi bekleyebilirmiş vs.

Ossy sevgilisiyle mutlu.

Daphne sıcacık Kıbrıs’ta.

Renklipamuklar kararsız.

Ponçik bildik dünyasında.

Ben ise… Derim ki:
“Mutluluk durduğun yerde…”

MUTLU YILLAR…

25.12.2009

Bir roman ve talihsizliklerimden biri daha

Gün boyu gözlerim dolu dolu gezdim. Zamanım yoktu, olsaydı her şeyi bir yana koyup ağlamak isterdim.

Talihsizlik bu. Düpedüz talihsizlik! Üç kez okuduğum, defalarca gözden geçirdiğim sayfaların birinde önceki sayıya ait bir pasaj kalmış. Böyle bir hata yapılmamalı, yapıldıysa eğer görülmeli ve düzeltilmeli.

Göremedim, düzeltilmedi.

Can sıkıcı tenkitler aldım bununla ilgili. Söyleyebilecek sözüm yok. Özür diledim, “Haklısınız. Kesinlikle gözden kaçmaması gereken çok büyük bir hata” dedim.

“Cümlenin sonunda iki nokta kalmış, iki kelime arasında bir fazla boşluk var” telaşında boğulurken böylesi büyük bir yanlışı geçip gitmek... Bir kez daha olmuştu. Hayatımda ise defalarca… Defalarca detaylarda boğulmuş, bütünü görememişimdir.


Bugün kötü bir gündü. Holly aradı, işe kabul edilmemiş. Halihazırda bir işi var ama bunu çok istiyordu. “Boş ver, canın çıkacaktı. Gündüzün gecene karışacaktı, hafta sonun kalmayacaktı” desem de etrafını saran hüzün bulutlarını dağıtamadım.

Sevgilisinden ayrılan arkadaşım ise kanadı kırılmış bir güvercine benziyor. Sanki bir daha hiç kanatlanamayacak.


Elde kalan yünleri değerlendirmeye karar verdim. Beyaz yünden bir sabunluk örmeye başladım bu akşam. Aşkı Memnu’nun son sahnesinde yünü de şişleri de bir yana attım. Saçlarını kısacık kestiren Behlül, “Çok uzamıştı. Sıkıldım” dedi ya Bihter’e… Yün bir tarafta, şişler bir tarafta bu sahneyle birlikte.


Ossy, ‘Aşk’ı vermişti okumam için. Ne zamandır duruyordu kenarda. Başarabilirsem, Elif Şafak’ın okuyacağım ilk kitabı olacak. Aslında uzun saatlerimi güzel yazılmış bir romanın içinde geçirmeye öyle çok ihtiyacım var ki…

23.12.2009

Kafka, yaşamak, vesaire…

Yakında dünyaya bir PDF belgesi içinden bakabilir, dünyayı bir PDF belgesi olarak görebilirim. Korkarım ki bu olabilir. Dönüşüm bugün yazılsaydı, Gregor Samsa bir bilgisayar dosyasının içinde bulabilir miydi kendini?

Son iki haftadır revizyonlarla eleğe dönen derginin gmail’ime düşen en son şekli olduğunu umut etsem de… Değişiklik istenen son dakika fotoğrafı, bir başka anlama yol açabileceği düşünülen sevimsiz bir başlık, sanki konuyu yeterince ifade etmediği kaygısı uyandıran savsak bir cümle, görev tanımındansa soyadına göre yeni baştan sıralama şekli, vs.

“Bilmezler nasıl aradık birbirimizi? Bilmezler nasıl sevdik?” diyedursun Kızılok. İrademle öğünmeyi sürdürerek, bir geceyi daha çikolatasız geçirmenin haklı gururunu yaşıyorum.

Kapım örtülü. Ponçik kapının kolunda, gagasıyla “tık tık tık” yapıyor. Emine Teyze pembeli kahverengili yünden, beyaz düğmeli yastığı çok beğendi. “Ben sana yılbaşı hediyesi almadım ki!” dedi, şaşkınlıkla karışık. “Ben de almadım” dedim. “Ördüm”.

Renklipamuklar günlerdir geç çıkıyor şirketten. “Halim duman” diyor arada.

Kader bu ya… Doğum günümde bana Issız Adam albümü hediye eden arkadaşım tam anlamıyla bir ıssız adama rastlamış. Perişan. “En iyisinin…” diye başladı, bugünkü tüm sözlerine.

Holly üç gündür iş görüşmeleri yapıyor. Sıra ile YİM, GYY ve şirket sahibi ile görüşmeden geçti. “Bu ne ya?” dedim, üçüncü günün sonunda. “Amma abarttılar!”

Bana çiçekler almış. Pembe, beyaz ve kırmızı çiçekler… Beklemiyordum bunu. “Yıllar sonra İstiklal Caddesi’nde, elimde çiçeklerle…” dedim ona. Kendim topladığım, satın aldığım, bir başkasının hediyesi ya da değil... Diğer tüm çiçeklerim gibi onları da saklayabilirim, kitaplarımın arasında.

19.12.2009

Denedik, yanıldık çoğunlukla

Şekerpare tabağına konan Ponçik’in kuyruğu şerbete bulandı. Musluğun altına tutayım dedim, yanaşmadı. Şimdi bilgisayarımın monitöründe… Şerbetli kuyruğu ile dert anlatmaya çalışıyor. Yapabileceğim bir şey yok. Hayat böyle bir şey Ponçik’im. Deneme-yanılma yöntemi ile öğrendik biz de birçok şeyi. Üstelik şeker şerbete bulanmaktan başka bedeller ödedik çoğunlukla.

Sokağa ince kabanımla çıkmamalıydım. Dün gece kar yağmıştı, havanın çok soğuk olacağını tahmin etmeliydim. Mavi polar pijamalarımı giydim, taze demlenmiş çay, kalorifer gürül gürül… Hâlâ üşüyorum.


Yeşillenen umutları düşlemek
Renklipamuklar’dan umutluydum, hüsran oldu. O da uyanamamış sabah. Saat on bire geliyordu gözlerimi açtığımda... Hazırlanmak, evden çıkmak zaman aldı. Yılbaşı üstü alışveriş merkezlerine bayılıyorum; her yer ışıklar, süsler içinde! Zil sesleri, Noel Babalar, ayıcıklar, penguenler… Evet, yıllar göz açıp kapayıncaya dek geçiyor. Fakat yeni yıl yaklaştıkça geçen yılları düşünmekten çok yeşillenen umutları düşlüyorum.


Severiz paylaşmayı…
Dört günden fazla oldu, blue jean almıştım. Tadilat için mağazada bekliyordu ancak gidebildim. Gitmişken aynısından renklipamuklar’a da aldırdım. Aynı kıyafetlerden, çantalardan, ayakkabılardan alır ikizler burcu gibi gezeriz. Severiz paylaşmayı…

Bugün çok çay içtim. Neyse ki kahveyi bıraktım artık. Mide kramplarımın tekrarlamasından korkuyorum. Gece yarısı hastane koridorları, acil servisler, o tarifsiz acı… Nereden geldi şimdi aklıma? Kendini hissettiren ağrıdan olabilir mi?

“Hem senin hem de benim ruh sağlığımız için lifestyle dergi yapmalısın” dedi renklipamuklar. “Tercih ederim ama lifestyle iş yok” dedim. Laleleri, çınarları, sonbaharı, şiirleri yazdığım günleri özledim.

“Kaybolup giderken fırtınalarda, gönlümce bir ıssız ada bulmuşum. Fark etmeden… Senin olmuşum”* derken şarkının sözleri… Onunla rastlaşmadık bugün.


* Fikret Kızılok, Fark etmeden

18.12.2009

Kar yağdı yağacak günde, bir Kış Masalı…

Eğer bir kış masalı ise bu, bir bardak çaydan doğabilir. Buğusu tüterken, çay kaşığı tabağın kenarına aceleyle bırakılıvermiştir. Art arda çakan çakmaklarla duman odayı kaplar. Masa örtüsü iki renkli ve kare karedir. Okunmuş gazeteler, küllük, vesaire...

Masallarda kurulan cümlelerin çoğu iddialıdır. Kahramanlardan yaşça daha küçük, sevdaca daha büyük olan öyle bir söz söyler ki…
“Çayım, sigaram, bir de o olsun yanımda…”

Hayattan yek isteğinin bu olduğunu belirtmek için söylemiştir, bu büyük sözü. Aşktan daha güçlü iddiası yoktur henüz; yaşça daha küçük, sevdaca daha büyük olan kahramanın. Aşk, hayattaki tek iddiadır ona göre. Kaybetmeyeceğinden emindir henüz.

İstanbul’dur şehir, kar yağdı yağacak bir gündür. Yaşça daha büyük, sevdaca daha küçük olan kahraman sorar:
“Hava soğuk, baksana üşümüşsün.”
“Çay içer misin?”


Bazen bir tek cümle koskoca bir masalın başlangıcı olur.

Eğer bu bir kış masalı ise… Kar yağdı yağacak bir günde, bir bardak çaydan doğabilir. Ve, kahramanları baharın uzaklığını bilir en başından.

14.12.2009

Hep mutluluk yok ki...

2009 yılından çok umutluydum. Apak beklentilerle 1 Ocak gününe uyanmıştım. Aralık’ın son haftalarını yaşadığımız şu günlerde ise 2009’un bir an önce çekip gitmesini istiyorum. Pabuçlarını ceketini giymeden, kapıyı kapatmadan gerekirse…

Gökyüzündeki kış güneşi bile fayda etmiyor bazen.

Sabah saatlerinde duyduğum bir haber benim için kara, arkadaşım içinse katran karası, zifiriydi. Üç gün içinde, apar topar… Babasını kaybetmiş.

Egeli aslında. Deniz kenarında tanışmıştık onunla. 15 yıl olmuş mudur acaba? Üniversitedeki ilk yılımı tamamlamışken, sınavlara hazırlanıyordu. “Mimar Sinan’ı yazsana, Sanat Tarihi’ni…” demiştim. “Birlikte okuruz hem. Çok güzel bir bölüm”. Yazmış okulu, kazandı. Tası tarağı topladı, Ege'den İstanbul'a göçtü. Burada kaldı.

Çok gençtik; yalnızca kendimize değil, tüm dünyaya dair büyük hayallerimiz vardı. Yıllar geçti, büyük hayallerimiz küçüldü, rüzgâr bizi farklı yerlere yönlere savurdu.

Aynı şehirde yaşamamıza rağmen doğru dürüst görüşmüyorduk. Bayramlarda, yeni yıllarda ve doğum günlerimizde mutlaka arıyorduk birbirimizi. Bugün öğrendim ki o kara haberle hayatının en mutsuz gününü yaşıyormuş. Aradım, konuşamadık pek.

Ağladım, ağladım. Çok işim vardı. Giyindim, evden çıktım. Yığılı sayfalar, eksik fotoğraflar, spotlar, başlıklar gözyaşlarını duymazdan görmezden geliyor. Akşam saatlerine kadar çalıştık. Eve dönerken çok üşüdüm. Hâlâ üşüyor gibiyim.

Bunları yazmak bile anlamsız aslında. Ponçik, minik beyaz topu yuvarlayıp duruyor yerde. Anlıyor mutsuzluklarımı… Mutlu olayım istiyor hep.

Hep mutluluk yok ki Ponçik’im… Bak, çöp kamyonu yanaştı yine apartmanın önüne.

11.12.2009

Hafta sonu

Kalabalıklar içinde, karanlıkta ve labirentlerden oluşan binalar arasında tanıdık birilerini bulmaya çalışıyorum. Rastlaşmak istemediğim, yüzünü unuttuğum kim varsa hepsi karşımda... Dar koridorlar başka dar koridorlara açılırken yabancı bir yüz beliriyor. “Serpil, gazeteciyim” diye kendini tanıtıyor, soluk renkler giyinmiş bir kadın. Gazeteci Serpil’i tanımıyorum, o ise beni tanıyor. Hayret içinde soruyor:
“Yoksa beni tanımıyor musun?”
Tüm gazeteler, gazetelerin köşe yazarları telaşla aklımdan geçiyor. Gazeteci Serpil’i seçemiyorum. Onu bilememek utanç oluyor dar ve karanlık koridorlarda.

Renklipamuklar buluyor beni.
“Geç kaldık” diyor sürekli. Ponçik pembe yuvasının içinde, yanımda. Nasıl oluyorsa bir halk otobüsünün en arka koltuğuna bırakıyorum Ponçik’i, nasıl oluyorsa bir anda durakta buluyorum kendimi. Otobüs gidiyor, Ponçik otobüsün arka koltuğunda kalıyor, pembe yuvasının içinde.
“Ponçik otobüste kaldı” diyorum renklipamuklar’a.
“Geç kaldık” diyor, Alice’in tavşanı gibi.
“Ponçik bensiz ne yapar? Ya biri alırsa, bir daha nasıl bulacağım?” Renklipamuklar duymuyor. Yürüyüp gidiyor. Kalıyorum orta yerde. Derin bir sızı...

Böyle uyandım. Uyanır uyanmaz Ponçik’imin yanına gittim, yerinde duruyor. “Seni otobüslerde mi bıraktım Ponçik'im?” dedim. Kömür kömür baktı. Rüyayı renklipamuklar’a anlattım. “O kadar duyarsız bir insan mıyım ben?” diye bozuk attı. “Ponçik otobüste kalsa o şekilde konuşur muyum hiç? Bir taksi buluruz, otobüse yetişir Ponçik’i geri alırız” dedi.

Rüyalarda her şey ne kadar anlamsız ve içinden çıkılması güç. Böyle olunca uyumayı sevmiyorum.

Hafta sonunun büyük bir bölümü çalışarak geçecek. Masamda yığılan sayfaları geç saatlere kadar okudum, tamamladım. Yarın Holly’nin evinde toplanacağız. “Sigara böreği getireyim mi?” diye sordum telefonda. “Uğraşma şimdi. Kek yapacağım nasılsa…” dedi. “Sigara böreğinin uğraşmasından ne olacak?”

Bu akşam zaman kalmadı. Yarın sabah biraz erken uyanıp sigara böreklerini sarmalı. Holly’nin pişirdiği elmalı kek de muhteşem oluyor. Geçen gittiğimde tam üç dilim yemiştim, iki dilimi de paket yapıp çantama koymuştum.

Gece yarısı

Her gece bu saatlerde çöp kamyonunun sesini duyuyorum. Gece yarısına yakın. Yaz geceleri değil açıkçası, fakat kış geceleri düşünüyorum. Biri konteyneri kamyonun kelepçesine iyice oturtuyor, yere dökülenler varsa bir başkası onları topluyor. Şoför koltuğunda biri ve onun yanında bir başkası daha… Zaman gece yarısı. Çoğunlukla bir şeyler okuyor oluyorum bu saatlerde. Kitaptan ya da online gazetelerden. Yorgunlukla biten bir günün sonunda kaçırdıklarımı yakalamaya çalışıyorum. Yanımda çay olmazsa süt duruyor. Süt de olmazsa bir bardak su belki. Çikolata kağıtları… Meyve yemek istemesem de her gün bir mandalina, en azından.

TV izlerken yün yastığın bir yüzünü ördüm, bitirdim. Sanki Behlül Bihter’den çoktan vazgeçmiş.

Uzun zamandır aynı müziğin etrafında dönüp durmuyordum. İçinden çıkılmazlıklardan belki...

Hani bir tünel ve o tünelin sonunda görünecek ışık hikâyesi vardır. Öyleyse... "Bir tünele çıkmak bilmeyen yollara!" diyelim bu gece...

9.12.2009

Yünden hediyeleri olsa herkesin!

Gün boyu süren telefon trafiğinin ardından Holly ile Mecidiyeköy’de buluşma kararı aldık. “Altı gibi buluşuruz” dedik. Neredeyse bir saat öncesinde oradaydım. Cadde üstündeki kitapçıya uğradım. Bir saat geçip gitmiş, Holly aradı.
“Neredesin?”
“Kitapçıdayım, kasaya doğru ilerliyorum” dedim. Kasada buluştuk. Sordu:
“Hangisini aldın?”
“Ne zamandır istiyordum okumayı…” dedim. Yazdan bu yana aklımdan geçen bir kitaptı, Son Kuşlar *.


“Sessiz, sakin bir yer bulalım. Gürültü çekebilecek gibi değilim” dedi Holly. “Al benden de o kadar!” dedim. Tenha bir kafe bulduk. Genellikle işten güçten konuşuruz. Bu defa işten başka her şeyden konuştuk. En çok da yılbaşı gecesi üzerinde durduk. Holly geçen bahar evlendi ve aynı çatının altında eşiyle birlikte ilk yılbaşı kutlamaları olacak.

“Çok önemli!” dedim. “Çok güzel bir masa hazırlamalısın. Ve şimdiden en şık mumu aramaya başlamalısın.”
Önce burun kıvırır gibi oldu:
“Aslında kızlarla birlikte yılbaşı partisi yapacaktık. Sonra da konser filan.”
Sözünü ağzına tıktım.
“Hayatının en büyük hatasını yaparsın ve bunun geri dönüşü olmaz! İlk yılbaşınızı birbirinizden ayrı yılbaşı partilerinde mi geçireceksiniz?” Baktım dinliyor, “Yıl nasıl başlarsa öyle gider” diye ısrarcı oldum. “Yılbaşına ayrı girerseniz öyle sürer. Sonra karışmam!”
Korktu.
“Yılbaşını evde kutlayacaksak çam ağacı almak isterim” dedi.
“Ben geçen yıl almıştım. Ama yeni süsler alabilirim!”
“Birlikte alalım!”
“Anlaştık!”
Yılbaşı hediyelerini çok severim. Sokaktan geçen, hiç tanımadığım, bir daha görmeyeceğim insanları bile hediyelere boğmak isterim. Şimdiden küçük listeler oluşturmaya, arkadaşlarımın zevklerine göre hediyeler düşünmeye başladım. Bu gece bir yastığın ilk sırasını ördüm mesela. Pembeli, kahverengili yastığı Emine Teyze için örmeyi planlıyorum. Yatağımın üzerindeki yün yastıkları görüp beğenmişti.
“Nereden buldun?” diye sormuştu. “Ben ördüm” dediğimde ise hayrete düşmüştü nedense…

Emine Teyze korkunç dağınıklığımızı toplamak üzere yarın gelecek. Yünleri ortadan kaldırıp bir yerlere saklayayım ki sürprizi kaçmasın! Belki Ossy ile Holly’e de yün yastıklardan örebilirim! Renklipamuklar’a ise…

Şu an bilemedim.

* Son Kuşlar, Sait Faik Abasıyanık

6.12.2009

Yaşam ve Aşk

Olabilseydim eğer, Modigliani’nin uzun boyunlu kadınlarından biri olmayı isterdim. Yok, eğer Modigliani’nin kadınlarından biri değilsem o zaman Chagall’ın renklerinden olmalıydım. Sevgililer‘deki renklerinden herhangi biri.

Sabah yağmurlu ve soğuktu. Yağmura rağmen şemsiyemi çantamdan çıkarmadım. İstiklal Caddesi’nin sabah mahmurluğu güzeldir. Kepenklerin çoğu açılmamış, caddede gezenler geceden kalmalar.

Yıllarca sanat tarihi kitaplarından siyah-beyaz okuyup gördüğüm Chagall; imzası, çizgileri, renkleri ile karşımda! Ne garip, bir sanatçıyı seviyorsan doğduğu köyü-kenti, aşkları, kederleri ve mutlulukları ile birlikte seviyorsun. Chagall ile doğduğu köy Vitebsk’i de sevdim. Aşık olduğu kadın Bella’yı, oğlu Ida’yı da sevdim.

Marc Chagall’ın renkler içindeki köyü… Bir yanda hep bir keçi bakıyor tuvalden. Çalan kemanın ya da akordiyonun sesi duyuluyor öte taraftan. Köylüler, tüten bacalar, ağaçlar içinde evler… Kışsa bembeyaz kar, bahar ise her yer bir renk denizine dönüşmüş.

Chagall Paris’ten önce iki yıl İstanbul’da yaşamış. Büyükada’dan denizi, adaları izlemiş. Ara Güler’e anlatmış bunları… “Belki resimlerinin mavisinde İstanbul da vardır bir parça” diye düşünüyorum böyle olunca.

Marc Chagall 24 Ocak’a kadar İstanbul’da, Pera Müzesi’nde…

5.12.2009

Menekşeli sabah

Contemporary 09’un girişinde yine aynı kurabiyeleri görünce “Geçen yılki kurabiyelerden çıkan dilekler tutmadı” dedim. Görevlilerden biri “Bu yüzden bu yıl dilek yazmadık kurabiyelere…” diye karşılık verdi. Gülümsedi sonra, “Üzülmeyin. Yalnız sizin değil, kimsenin dileği olmamış.”

Hiç değilse başkalarının dileği olsaydı.

Gece üç buçuktu, uyuyamamıştım. Beş buçukta yeniden uyandım, belli belirsiz. Birkaç saat sonra renklipamuklar uyandırdı. Kalın kazaklarımızı giydik, köşe başındaki bakkala uğradık pastaneye gitmezden önce. Hemen her gün okuduğum gazeteyi aldım, başlıklara bakmak gelmedi içimden. Hava soğuktu, bir ara üşür gibi oldum. Renklipamuklar pufidik montuna iyice sarındı, çayla birlikte sigara içip durdu.
Gökyüzünü seyrettim, gökyüzünü örten ağaçlara baktım. Ağaçların dallarında serçeler… Düşündüm, “Seçebilseydi, bir serçe olmayı tercih eder miydi Ponçik?”

Pastanenin bahçesi saksılarla, saksılar menekşelerle dolu. Fotoğrafını çektiğim menekşeye “Gülümse menekşe!” dedim. Sanki tüm menekşeler biraz somurtkan.

Kafesteki tüm kuşlar en az serçeler kadar özgür olsa…
Tüm çiçekler en çok menekşeler kadar somurtkan.

2.12.2009

Ve bir masal başlar ansızın

“Bu mevsimde Ege soğuk olur” dedi renklipamuklar. “Polar eşofmanlarını alırsın yanına. Kitaplarını… Bir de bilgisayarını götürdün mü, başka bir şey gerekmez zaten.”

Uzun zaman sonra ilk kez hissettiğim yorgunluktan başka bir şey. Gözlerimin altına yerleşti bu his. Kirpiklerim dokundukça derinleşiyor.

Uzun zamandır, ben… Gerçekte kuramadığım bir düşü kuruyorum ve süsleyip püslüyorum.

Pembeye boyalı tek katlı bir ev. Bahçesinde karbeyaz kuğularla… Mutfak camındaki buğu tarçın kokuyor, tarçınlı kekten alıyor kokusunu.

Aralık soğuk, temmuz sıcak demeden renk renk çiçekler yetişiyor. Toprak gökkuşağı…

Bir zeytin ağacının gölgesinde iki bank. Sanki hep oradaydı ve sonsuza dek orada kalacak.

Alabildiğine balkabağı ekili.
Umutlar gibi değildir masal yazıcılarının kalemi, tükenmez. Balkabaklarından biri Cinderella’nın atlı arabasına dönüşüverir belki, masal yazıcısı yazarsa...
Ve bir masal başlar ansızın.

1.12.2009

Bugün, hiç…

Bugün hiç çalışmadım. Uyandığımda saat on buçuktu. Çay bile içmeden kitap okudum.

Mavi kanatlarınla…*
Yalnız benim…
Olsaydın…


Kitabın 138’inci sayfasında anlatılan kadın yüreğimi burktu.
“Yüzünün solgunluklarını, yıpranmışlığını ağır bir makyajla örtmeyi deniyormuş. Eskisinden çok daha fazla sigara içiyormuş ve sigaralarını uzun ağızlıklara filan takmadan içiyormuş, birini yakıp birini söndürüyormuş.”

Sigarayı bırakalı çok oldu. Kokusuna dahi tahammül edemiyorum ama bir yerde… Peş peşe sigara yakan, izmariti ezerken kokusu ellerine işlesin isteyen bir kadın görünce… Kendimi hatırlarım.


Birkaç kepekli bisküvi atıştırdıktan sonra giyindim, yüzümün solgunluğunu, hatta yıpranmışlığını örtmeyi düşünmeden evden çıktım. Yürüdüm, yürüdüm. Hemen her gün okuduğum gazeteyi aldım ve nihayet, cadde üstündeki kafelerden birindeydim. Saat biri geçiyordu, kahvaltı saati biteli çok olmuştu.

“Eskiden burada poğaça, börek gibi şeyler olurdu…”
“Artık yok maalesef” dedi, beyazlar içindeki genç garson.
“Mönüyü alabilir miyim?”

Kızarmış patateslerin, şinitzellerin, ızgara köftelerin tercih edildiği bir saatte tost yedim. Gazetelerin ekonomi sayfalarını pek okumam. Açıkçası, okusam da pek bir şey anlamam. Ekonomi sayfaları her köşesini okuyup üzerinde en çok düşündüğüm sayfalar oldu, bugün. Düşündüm, düşündüm fakat yine işin içinden çıkamadım.


Bir fincan ıhlamur istedim.
Bugün hiç çalışmadım.


*Selim İleri