26.08.2010

İstanbul’a küf mü yağmış?

Eskihisar’a varmamızla birlikte gökyüzünün rengi de değişti. Binaların donuk renklerine benzer bir gökyüzü oldu, bulutlar dağınık dağınık.

Aslında keyifli bir yolculuktu. Muavin karşılaştığım en sempatik insanlardan biriydi. Sürekli gülümseyen, inci gibi bembeyaz dişlerini gösteren gencecik bir çocuktu.

Yol boyunca
En arka sıradaki dört koltuk bize ayrılmıştı. Ponçik birinde… Otobüs boş sayılırdı neredeyse. Çok kez çay, kahve, kek ve tuzlu bisküvi ikramı yapıldı. Yol boyunca film izlemeyi denesem de hiçbirini bitiremedim. ‘Hayat Var’ ile başladım; öksürük nöbetleri içinde boğulan ve sürekli balık yiyen ihtiyar adam karakteri içime sıkıntı verdi, bıraktım. 2012’den de hoşlanmadım. Son zamanlarda Hollywood yapımlarından hiç keyif almıyorum zaten. “Ne varsa Fatih Akın’da var” diyerek Yaşamın Kıyısında’yı tekrar izleyeyim dedim. Onu bile tamamlayamadım.

Zeytinliklere, meyve bahçelerine, kiremit çatılı küçük evlere, ekili tarlalara bakarak seyahat etmek güzeldi de… Betonlaşma çoğaldıkça… Camdan dışarıyı izlemek güzel gelmedi bana.


Tez bulup, tez kaybetmeler içinde
Tatil süresince Masal Sevgili uğramadı Ege’ye. Fakat Ponçik tez buldu, tez kaybetti Masal Sevgilisini. İnci gülüşlü muavin beyaz bir muhabbet kuşu ile geldi ve Ponçik’in yuvasına bırakıverdi kuşu. “Feribotun korkuluğunda buldum” dedi, açıklama olarak. Tüyleri birbirine yapışmış, harap hâldeydi zavallı muhabbet kuşu. Ponçik’in yemlerinden yemeye başladı, su içti defalarca.

Bulmasaydı onu, yaşayamayacaktı belki de.

“Sizinle kalsın” dedi bana. Baktım, anlaşamıyorlar Ponçik ile. Yoluyorlar birbirlerini… “Kaprisli kontes” dedim Ponçik için. “Anlaşamadılar baksana... Üstelik öteki de tam bitirim, perişan eder Ponçik’imi!” Ponçik küçücük kaldı bir köşede. Bitirim beyaz kuş sahiplendi pembe yuvayı. “Olmayacak” dedim. “Ponçik alışkın yalnızlığına…”

Kuşu bisküvi kutusuna koydu. İçine bolca yem doldurduk. Bir kadın varmış, hayvanları severmiş. Telefonda konuşmuşlar, o alabilirmiş kuşu. Aklım kaldı esasında. Ama uyuşamadılar işte. Belki huysuzluk Ponçik’te... Bilemem. Dileğim, huzurlu bir yuva bulmuş olması.

Küf, küf, küf!
Bugün şirkete geçemedim. Evin sağı solu, her yanı küflenmiş. Sadece 10 günde neler olmuş anlayamadım. Sanki yokluğumda İstanbul’a küf yağmış! Defalarca, köpük köpük sildim yerleri… Çamaşır suyunu bitirdim neredeyse. Beş makine dolusu çamaşır yıkadım, daha bitmedi. Gece üşümüş, üzerime hırka almıştım. Nemli gibiydi hırka. Huylandım bir kez, her şeyi yeni baştan yıkayacağım.

Yalnızca bir buçuk gün açamamıştım bilgisayarımı. E-postalar birikmiş, benden 12 saat süresince yanıt alamayanlar aynı e-postaları tekrar tekrar geçmişler. Öyle alıştırmışım demek, anında yanıtlamaya… Her şey alışkanlıklardan ibaret değil mi zaten? Kimi, nelere, nasıl alıştırdığımız ile ilgili her şey.

Şimdi… 10 günün ardından alışkanlıklarıma dönmeye çalışacağım. Ve döneceğim de elbette. Hatta şaşacağım, bu döngüyü nasıl bu denli kolay sindirdiğime. Hâlim kalmadı. Kalsa çektiğim fotoğrafları yüklerdim bilgisayarıma. Ege’den küçük notlar düşerdim altlarına. En elzem olan e-postaları yanıtladım sadece. Diğerleri yarına kaldı. Çok ama çok iş var. Sabah erkenden düşmeli yola…

“İstanbul’a hoş geldin Ihlamur!”

18.08.2010

Sormayacağım

Kendimce bir şeyler yazmayı özlemişim. Ama dediğim gibi, kendimce yazmayı… Yoksa gelişi güzel konuştuktan sonra, dergide yılın en etkili sözlerini okumayı bekleyenler için uğraşmalarımı özlemedim pek. Karaladıkları üç satırı iletip “Ihlamur Hanım, nasılsa siz bundan çarpıcı bir şeyler çıkarabilirsiniz” demelerini de çok aramıyorum. Hele ki klişe konuları farklılaştırma çabalarımı… Yok, hiç özlememişim. Uzunca bir süre ‘fark yaratmak’ sözünü duymasam, aramayacağım. Bir daha duymasam... Belki de mutluluğun anahtarını cebime koymuş olacağım.

Fark yaratmaya gereksinim duymadan yaşıyorum, geçen cumadan beri. Yaşanırmış meğer.


Gece ayın 14’ü gibi. İğde ağaçları teslim olmuş rüzgâra... Işıklar içindeki karşı kıyıdan, nispeten daha az ışıklı kıyıma vuruyor köpüklü dalgalar. Ardımda yükselen Kaz Dağları’ndan iğne yapraklı çamların kokusu geliyor burnuma. Evet, dağ kekiği kokusu da duyuluyor çamlarla birlikte.

Ege’deyim.
İstanbul’a geri dönmek gelmiyor içimden.


Hava çok sıcak. Bir daha, İstanbul’un sıcağından yakınmaya yüz bulamayacağım sanırım. Sıcaklık 45 dereceyi aşıyor neredeyse. İlk günler sabahı sabah ettim, gün ağarır ağarmaz balıkçı iskelesinde aldım soluğu. Taze demlenmiş çay, ekmek fırınından yeni çıkmış sade poğaça. İkisinin sıcacık kokusu birbirine karışıyor. Martıların sesi de telaşsız. Burada, ağır çekimde ilerliyor yaşam.

Acele, sürekli bir şeylere yetişmeye çalışan hayatım tatilime burnunu sokmaya, tadımı kaçırmaya çalışıyor. Kurumsal adresime e-postalar yığılmış. Acil olarak baskıya gitmesini istedikleri işler var. Açıyorum bilgisayarımı ve… Ağırlaşan sıcağa, ay ışığına, iğdelere, dağ kekiği kokusuna sırtımı dönerek çalışıyorum. Öfke doluyor içime.

Üç hafta önceki toplantıda hangi zaman diliminde İstanbul’da olmayacağımı söylemiştim. Gitmeme bir hafta kala hatırlatmıştım, “Aciliyeti olanları bu hafta tamamlayalım” demiştim. İki yıl sonra nihayet tatil yapacağımı söylemiştim üstüne basa basa. Tatil sürem hepi topu bir haftaydı üstelik.

Kâr etmez, söz geçmez İstanbul’daki koşturmaya. Tatilde olduğum haftaya çıktı piyango… “Bizim mesleğin cilvesi” dedi, telefonda konuştuğumuz Holly.


Burada ne kadar anlamsız yazdığım yazılar, gelişi güzel konuşanların özene bezene cilaladığım sözleri ne kadar da yersiz.


Fotoğraf makinemin aktarma kablosunu yanıma almamışım.
Çektiğim fotoğrafları yüklemek isterdim şimdi.

Berrak denizi; yeşil yeşil, kat kat dağları… Köy pazarını; uzun boyunlu, saçları kınalı Yörük kadınlarını… Yeşilden sarıya dönen iğdeleri, toprak kokan kurutulmuş nice otları, seleler dolusu kızılcıkları… Daha neleri neleri…


Ponçik yanı başımda. Sıcakla arası hoş değil. İstanbul’da olduğu gibi özgürce uçamıyor. Pembe yuvasında tıkılı kaldı. Elimden geldiğince sevgi gösteriyorum. Uyurken başucuma alıyorum, yabancılık çekmesin diye. Adımı söylüyor sıklıkla. Belli belirsiz anlaşılıyor harflerim…


Güneş yakıyor, cayır cayır yakıyor. 30 koruma faktörlü güneş kremi kullanmama rağmen döküntü içindeyim. Alışkın değilmişim, ondan olmuş. Öyle diyorlar.

Sabah olsa… İskelede alacağım soluğu. İçeceğim ilk çayın ardından yüzeceğim serin sularda… Çakıl taşları, kaya balıkları, ayaklarımın altında ince kum.

Yok, sormayacağım kimselere. “Masal Sevgili nerede?” demeyeceğim.

11.08.2010

Tuvallerin siyahları

Resim yaparken bir yere tesadüfen sürdüysen siyahı… Ya da düşündüğünden fazla kullandıysan olmayacak yerde. Uğraşır durursun o rengi inceltmek için. Uğraştıkça dağılır, açık renkler içinde erir, hiç sevmeyeceğin bir karmaşa çıkabilir ortaya. Sil silinmez, tuvalden kurtulmaya kalksan başka emeklerin var içinde; kolay değil.

Ardıma dönüp baktığımda… Hayatımdaki siyahları tesadüfi ve hiç olmayacak yerlerde çoğunlukta kullandığımı görüyorum. Galiba bu gece, kendi ellerimle siyahlar kattığım özbeöz hayatım için akıyor gözyaşlarım.

Hep mücadele… Sonuç, çoğunluk siyaha boyanmış bir tuval.

Gitmeye kalktığında yük pek çok şey, evet. Ama en azından taşınabiliyor bir yerden bir yere. Bir de taşınamayanlar var ki, hani o kök salmış olanlar… Gitsen de tutmuş ellerinden, parmak uçlarını sımsıkı sıkıyor.

Kalsan, o da olmuyor. Sorulmuş sorular geliyor aklına:
“Bana mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?”

Çıkaramıyorsun. Zaman resimleri de siliyor aklından... Mutluluğun resminde siyah azınlık mıydı yoksa?

9.08.2010

Takvimden kopan yapraklar

Aslında gecenin bu saatinde, üstelik bir hafta başının arifesinde yazılacak şeyler değil bunlar. Olur ya neşeli başladığı bir sabahın ya da mutlu bitirdiği bir akşamın devamında tesadüf edip de yazdıklarımı okuyan olursa… Ve eğer keder dolarsa bu yüzden, özür dilemeyi şimdiden bir borç bilirim.

Bu özür satırını bir ikaz olarak da kabul edebiliriz esasında. Çıkın gidin, okumayın sonrasını. Sonrası keder dolu olacak, o şimdiden belli. Gece yarısı yazmam gereken bu satırlar değil biliyorum fakat yazmazsam…

Yazmazsa nefessiz kalır mı insan?

Aslında güzel bir gündü. Tatil hazırlıkları ile geçmişti. Işıl ışıl pembe taşlarla süslü pembe bir terlik, pembe ve mor ile dalgalanmış kahve bir bikini günün armağan ettiği hediyelerdendi. Eve gelmiş, ayaklarımı uzatmıştım. Ayağımdaki yeni terliklerimi seyrediyordum. “Hangi renk oje sürsem acaba?” diye düşünüyordum. Beyaz mı? Yoksa mor mu? Ya da pembe... Renklipamuklar’ı dinliyordum aynı zamanda. Kır düğününü anlatıyordu. Erkeklerin ne kadar içtiklerini, birbirlerini havuza attıklarını, sonra aralarından şişmanca birinin renklipamuklar’ı da havuza attığını anlatıyordu. Çok sinirlenmiş o şişmanca gence… Makyajı akmış, saçları bozulmuş, ayrıca odaya çıkıp duş almak zorunda kalmış düğünün yarısında. Ertesi sabah tüm otelde, “Kimdi beni havuza atan?” diye meçhul adamı arasa da bulamamış.

Siniri geçmemişti hâlâ. Saçlarındaki elektrik hissediliyordu. Dokunsan çarpılırsın, o kadar çok sinirlenmiş.

O sırada karşı apartmandan bir ses geldi:
“Ihlamur!”
Baktım.
“N’aber?” dedim onu görünce. Hani yavru kedileri kurtaran genç vardı ya, o bakıyor.
“Çok kötü şeyler oldu Ihlamur” dedi acı içinde. O kadar mesafeden okuyabiliyordum gözlerindeki acıyı.
“Ne oldu?” derken ayağa kalktım.
“Annem…” dedi.

Erkeklerin ağlaması bana öyle dokunur ki o dakika sarılmak isterim. Gözyaşlarından öpmek isterim.

Annesini kaybetmiş. Çok ani olmuş her şey.
“Birazdan dua başlayacak. Gelir misin?” diye sordu.
“Gelirim” dedim. Renklipamuklar ile göz göze geldik. Konuşmadık, kaçtık konuşmaktan.
“Ben gideyim” dedim. Renklipamuklar’ı Ponçik ile baş başa bıraktım.

Gün geçmiyor ki takvimden kopan bir yaprağın adını duymayalım.

“Oysa çok genciz daha…” dedim renklipamuklar’a.
“Ama hiçbirimizin anneannesi, dedesi hayatta değil artık” dedi. “Çocuk değiliz en azından”.

Çok ağladık, sinirlerimiz bozuldu herhalde. Öyle bunaldık ki evde duramadık, biraz önce döndük. Yürüdük yürüdük… Oturduk bir yerlerde. Ne yere sığdık ne göğe…

Biliyorum ki ikimiz de çocukluğumuzu çok özledik bu gece. Çocukluğumuz hepten kazandığımız zamanlardı galiba. Gelecekteki kayıplarsa ürkütüyor yıllar geçtikçe…

7.08.2010

Razıyım kaderime, çekerim bu ise eğer

“Uyandım birden seninle, gece üçü bulmamış…” diyebilmeyi isterdim. “Yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş…” çok daha uygun düşer oysa.

Sıcaktan uyumak mümkün değil. Gece boyunca sürekli uyandım, su içtim. Sabah dokuzda açtım gözlerimi, bir saat boyunca yatakta sağa sola yuvarlandım, Ponçik’i seyrettim. Mavi tüylerini kabartmış, arada kara boncuk gözleri ile bana bakıyor. Sonra sıkılıp minik kafasını kanatlarının arasına saklıyor. Deli kuş! Onca yolu nasıl gidecek hiç bilmiyorum.

Geçen yaz, hem işlerimin yoğunluğundan hem de otobüs firmalarının Ponçik’i kabul etmemesinden tatile gidememiştim. Tüm firmalar, “Alt kattaki bagaj yerine alabiliriz. Diğer yolcularımız evcil hayvanlardan rahatsız oluyorlar” demişti. Ponçik, evcil hayvandan ibaret değil ki… Ponçik o. Benim Ponçik’im. Klimalı püfür püfür koltukta seyahat ederken onu karanlık ve sıcak bagajda yalnızlığına nasıl terk edebilirim?

Gitmedim daha iyi.

Bu arada önemli bir not düşmeden edemeyeceğim. Sevgili Jto, “Bana bırak, ben bakarım Ponçik’e. Hem Paşa da var biliyorsun” demişti, sağ olsun… Fakat marazidir bağlılıklarım. Bir kez yüreğimde kendine yer bulan, kolay kolay çıkamaz oradan. Gidemez benden başka tarafa. Gitse bile…

Sadece gittiğini sanır.

Ponçik bu yaz dört ayaküstüne düştü ve otobüs firmaları ile cebelleşmeye gerek kalmadı. Öyle ya da böyle oldukça uzun süreli bir seyahate çıkacak ve şehirler arası ilk yolculuğunu yapacak. Eminim seyahatin ardından yine tüylerini döker, tüm beneklerini düşürür. “Hayvanlar evin, beraber yaşadıkları kişilerin huylarını alır” derler ama yok. Ponçik kadar hassas olsaydım beneklerimi sonsuza dek kaybetmiş olurdum.

Neler gördük, neler geçirdik.

Gün sayıyorum. Buz gibi denizde yüzebilmek, masmavi körfezi seyre dalmak için değil günleri, saatleri sayıyorum. İstanbul’da hava ısındıkça zaman ağırlaşıyor, çalıştığım yazılar uzadıkça uzuyor.

Renklipamuklar yine bir kır düğününe davetli… Bir dolu alışveriş yaptı, dünyanın parasını verip ipeksi kumaştan siyah bir tulum aldı kendine. Çok iddialı olacak bu defa.
“Aşık olmadan dönme…” dedim ona. “Biliyorsun, hiçbir düğünden boş dönmüyorum. Ya birine aşık oluyorum ya da biri bana!”
Burun kıvırdı. “Peki ya sonuç?”
“Sonuç ortada… Fakat her zaman sonuçlarla ilgilenmek doğru olmayabilir”.


Evet, bir sonuç daha istikrarsızlığa ve dolayısıyla belirsizliğe doğru seyrediyor. Olsun. Razıyım kaderime, çekerim bu ise eğer...

3.08.2010

O gün bir gelse...

Genellikle geceleri, uyumadan önce kitap okurum. Hem ancak zaman bulabiliyorum hem de bu vesile ile bir parça dinlenmiş oluyorum. Yatağıma uzanıyor, odamın ışığını düşürüyorum. Hoş bir loşlukta kimi zaman uyuyakaldığım bile oluyor.

Francis Kazan yazdığı romanda Halide Edip’e ruhani birtakım özellikler yüklemişti. Halide henüz küçük bir kızken ruhlar alemine uzanabiliyor, ölmüş kişiler ile konuşabiliyordu. Romandaki ruhani sayfalara tesadüf ettiğimde uzandığım yerde doğruldum, ışığın ayarını yükselttim. Ponçik’in her kıpırdanışında gözüm kapıda… Roman çoktan bitti, bir yenisine başladım ancak gecenin kör saatlerinde uyandığımda hâlâ ürküntü duyuyorum. Sanki bembeyaz elbiseler içinde, soluk yüzlü bir kız kapının ardından çıkıverecek gibi geliyor. Ya da kubbenin derinliklerinde kaybolan mevlit seslerini evin içinde duyuvereceğim.

Farkında olmadan romandan çok etkilenmişim. Geçen geceki rüyamda Topkapı Sarayı’nın içinde mahsur kalmıştım. Mavi-beyaz çinilerle kaplı, az ışıklı bir odanın içindeydim. Sarayda odaları ısıtmak için kurulmuş büyük, işlemeli sobalar vardır. Öyle bir sobanın yakınındaydım. Kıştı herhalde. Odadan çıkmak istiyor, çıkamıyordum. Neyse ki bir anda Holly beliriverdi yanımda. Bab’üs Selam’ın kapıları kadar ağır ve yüksek kapıları birlikte itmeye başladık. İmkânı yok, gücümüz yetmiyordu. Holly “Bak” diyordu. “Kapının kenarları, tokmakları hep altın!”
“Umurumda değil”
diyordum her zamanki telaşımla. “Şuradan kurtulalım yeter ki…” Harem gibi bir yerdi. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım ağır kapılar açılmak bilmedi.

Öyle uyandım.

Sabahtan toplantımız vardı. Alışılagelmiş, büyük toplantılardan. İki saate yakın sürdü, yarın yine var. Ondan sonra da toplantı notları ve elimde biriken işlerle uğraşacağım. Klima harıl harıl çalışsa da sıcak hissediliyor ve sıcakta kesinlikle çalışılmıyor. Uykularım yine bölük pörçük oldu. Bir an önce tatile çıkmak, soğuk sularda serinlemek istiyorum. MP3 çalarımı kulağıma takıp trafikten, sesten, gürültüden uzak dinlenmek istiyorum. O gün bir gelse...

2.08.2010

Bir yanımda bulutlu sabah

Bugünkü gibi kirli görünen, bulutlu sabahlarda mutsuz uyanıyorum; elimde değil. Bir yanda tahammül edilmesi güç bir sıcak ve rutubet, diğer yanda bulutlu mu bulutlu bir gökyüzü… Temmuzda olduğumuza inanmak mümkün değil.

Temmuzda deyince aklıma Fatih Akın’ın aynı isimli filmi geldi. Yeni bir film çekse de izlesek… Bayılıyorum tarzına.

Tanıştığımız gece laf arasında “Fatih Akın’ı çok beğeniyorum” demiştim. “Aynı filmlerindeki gibi bir adam” demişti. “Filmlerindeki tüm karakterler kendi hayatlarında da aynılar”.
Sormuştum: “Tanıyor musun?”
“Berlin’de sabaha karşı bir işkembecide
görebilirsin onu. Masasına oturursun ve sohbet edersin. Konuşmuştuk biz de”.
“Öyleyse bir dahaki sefere ona söylersin. İstanbul’da bir kız var ve filmlerini çok beğeniyor”.
Gülümsemişti, “Olur, söylerim”.

Genellikle bir erkeğin yanında bir başka erkeği methedecek olsan –ki bu herkesçe tanınan, yan yana gelemeyeceğin, dünyanın bir ucundaki çok ünlü biri bile olabilir- tavır yapar, huysuzlaşır. Ya da o erkeği kötülemeye başlar: “Aslında o kadar da yakışıklı bir adam değil. Ona mı iyi oyuncu diyorsun? O yazarsa benim de Nobel Ödülüm var” gibi saçma sapan sözler sıralayabilir.

Farklı davranmıştı ve o dakika etkilenmiştim.

Bulutlu gökyüzünden Fatih Akın’a, Fatih Akın’dan ona nasıl geldim bilmem. İşte bu kasvetli havalar beni benden alıyor, ne yaptığını bilmez hâle getiriyor.

Bu hafta çok yoğun geçecek. İşler bir anda yığılıyor ve masamın üzerinde tümülüsler oluşturuyor. Alttan girip üstten çıkıp hepsini yoluna koymak zorundayım.

İşte-evde bir dolu sorumluluk beni bekliyor. Aslında hiçbirini üstlenesim yok. Biliyorum, güneşli, ışıl ışıl bir hava olsaydı böyle olmazdım. Bunları yazmak yerine çoktan işime koyulur ve daha güzel günlerin hayali için çalışırdım.