28.10.2010

Ey hayat, karşında hürmetle eğiliyorum

Boşu boşuna gittim ofise, boşu boşuna ıslandım yağmurda. Fırtınaya tutuldum, savruldum. Öğleden sonrayı az biraz geçiyordu ki bilgisayarımın düğmesine basıp kapattım, çıktım.

Yine yağmur, yağmur, yağmur…

Üniversite yıllarımda yağmurlu günleri çok severdim. Şemsiye olsun olmasın yağmurda yürümek güzeldi. Çılgınlık yapmak geçerdi içimden, yapardım zaten.

Uzunca zamandır güneşli günlerin müptelasıyım.

Sorgulamayalım, mantı yapalım!
Kısacık eteğimi, Holly ile birlikte seçtiğimiz desenli çoraplarımı giymiştim. Saçlarım fönlüydü. Üstüm başım battı, çamur oldu. Saçlarım birbirine karıştı, akşamki programımız iptal oldu. Ben de eve döndüm, biraz kitap okudum. Okurken uyuyakalmışım, Holly aradı uyandım. Yine dertli… Bir derginin yazı işlerini daha kilitlemişler, maaşına da pek az katkısı olmuş.
Sesi ağlamaklı, “Sömürülüyormuşum gibi hissediyorum”.
“Olabilir”
dedim. “Herkes kadar… Fakat bu sırada gelişiyor ve yetişiyorsun. Senin için yeni bir sektörü daha tanıyorsun, fena mı?”
Rahatladı biraz, akşam yemeğinde mantı yapmaya karar verdi.

Yıllar sonra ilmek artırabildim, mutluyum
Yıllardır devam eden örgü seanslarım renk renk, boy boy atkılar ile sürüp gidiyordu. Atkı dışındaki tüm denemelerim hayal kırıklığı ile sonuçlanırken ilk kez ilmek artırmayı da başardım, mutluyum! Orman yeşili, sıcacık bir yünden üçgen şal örüyorum. Anneme hediye edeceğim.

Ah, o esmer bakışlar ki…
Örgü ördüm, çay içtim, ‘Fatmagül’ün Suçu Ne?’yi izledim. Şu hayatta herkesin bir zaafı varsa esmer, incecik ve gece bakışlı erkekler de benim zaafım. Bu konuda yapabileceğim hiçbir şey yok. Başıma ne geldiyse onlardan geldi… Razıyım. Kendim ederim, kendim bulurum! Dizideki Kerim’i de çok beğeniyorum. Yüzyıl geçse unutamayacağım ilk aşkımı andırıyor çok.


Yarın süslenmeye hiç niyetim yok
Yarının güneşli olmayacağı aşikâr. Kalınca bir şeyler giyinir çıkarım evden. Ne de olsa herkese tatil, süsüme püsüme bakmam pek. Erkenden ofiste olursam, işlerimi öğleden sonraya tamamlarım bir umut... Eminim KS bilgisayarının başında bekliyor olacaktır.
“29 Ekim’den önce bitirmeliydik biz bunu, geç kaldık!” diyecektir yüzümü ilk gördüğünde. Bugüne dek çalıştığım tümü gibi, zamana düşman bir adam o da. Bu mesleğin ruhu mu bu, bu mesleği seçen adamların ruhu mu?
Henüz bilemedim.
Ihlamur da Serdar Ortaç dinlermiş!
Ev darmadağınık. Aynı ruhum gibi, bedenim gibi. Emine Teyze kapıdan girer girmez, bacadan olsun atacağım kendimi dışarıya. Perdelerin sökülürken çıkardığı sese, elektrik süpürgesinin hır hırına, evdeki her şeyin ayakta olduğu o hâle katlanamıyorum. Tozlu ve dağınık olsa da seviyorum yerleşikliğimi…

Hayatımda ilk kez Serdar Ortaç’a ait bir müziği dinliyorum. Geçenlerde TV’de duymuştum, aradım buldum. “Hayatından mikropları at” diyor sözlerin arasında. Çok sevdim!
Ey hayat, karşında hürmet ile eğiliyorum. Ihlamur'a da Serdar Ortaç dinletirmişsin meğer...

27.10.2010

Bir bulut uğradı bana

İşimi gücümü bıraktım, bilgisayarımın başında ince ince ağladım. Puslu puslu yaşlar aktı gözlerimden. Ellerime rimelim bulaştı, göz makyajım kirpiklerime karıştı.

Neyse ki çok sürmez. Bir bulut uğrar gibi… Yağar geçer gözyaşlarım.

İşi sekteye uğratan bir aksaklık, eski sevgiliden kulağıma çalınan bir haber, sevgiliye göz dikmiş bir eski arkadaş ya da iğne gibi batan nefret kusan sözler değildi nedeni.

Dedemi özlediğim için ağladım.

Altı yıl önce ekimde kaybetmiştim dedemi. Yağmura yakın, arada güneşe dönen böyle bir gündü. Bugünün o güne benzerliği ağlattı… Ya da fotoğrafta gülümseyen ihtiyar adamın onun gülüşüne benzerliğinden ağladım.

Dedem “Cırcır böceği” derdi bana… Sevgi dolu derdi ama. Bazen gereğinden çok konuştuğum olur.

Ölüm ezelden beri korkutur beni. Korkmaktan başka yakıcı bir özlemi de var ediyor yüreğimde…

Yıllar var ki kimseler “Cırcır böceği” demiyor bana. Dolu bir sevgi ile bakmıyor.

23.10.2010

En fenası, insan kendine bakınca…

İnsan kendine bakınca nereden nereye geldiğine, kimden kime dönüştüğüne şaşırıp kalabiliyor. Kendi adıma, kendine şaşırıp kalanlardanım. Hatta şaşırmak vurgusunu artırmak için “Kendime şöyle bir bakınca… Apışıp kalıyorum!” diyebilecek hâldeyim.

Ayrılık, aman ayrılık!
Bir buçuk ayı geçti, renklipamuklar ile göremedik birbirimizi. Bırak görüşmeyi, çoğu zaman telefonda konuşmaya bile zaman bulamadık. “Sana söylemiştim böyle olacağını…” dedim geçenlerde. “Ya, öyle deme!” dedi. Demiş bulundum bir kere…
Sitem edercesine “Neden blog yazmıyorsun?” diye sordu. “Okuyordum ne güzel. Yaptıklarından haberdar oluyordum”. “İçimden gelmiyor” diye özetledim.

Yazdıkça…
İlk olarak 2005’in son aylarında blog yazmaya başlamıştım. Bu fikri veren renklipamuklar’dı. Benden habersiz bir blog açmıştı, bana. “Buraya yaz” demişti. O zamanlar yayınevinden ajansa çile dolduran, kimi dönemlerde ise işsizliği iliklerine kadar hisseden, tutunma telaşında bir kızdım. Sürekli yazıyor, yazdıkça hayallerimi canlı tutuyordum.

Eskiyen masallar
Zaman oldu, telaşım gibi masallarım da eskidi. Sevgili, bütün bütün okunup akılda cümlecik cümlecik kalan şiirlere döndü. Öyle ki gözleri seçilse, sözleri kayboldu. Sözleri duyulsa, gözleri bulutların ardında...

Yaprakları üzerinde elmaların, güller ille de turuncu
Ege’deki kıyı kasabası da dibi boyladı. Beyaza boyalı, tek katlı ev vardı ya… Kapısında turuncu güller açacaktı. Hani mutfağında her dem çay fokurdayacaktı, evin içi tarçınlı kek kokacaktı. Gözü hep eşikte, kalbi küt küt çarpan bir kadın bekleyecekti içinde. Ekose desenli perdeyi aralayacak, sardunyaların ardından gözleyecekti sevgilinin gelişini. Gelişindeki esmerliği… Onu beklerken kitap okuyacaktı, en dokunaklı şiirleri seçecekti. Birlikte dinlemeyi sevdikleri müziklerle dolduracaktı tek göz odayı. Gelirken bir sardunya saksısı daha getirebilirdi sevgili. Belki de kucak dolusu elma ile gelebilirdi. Yaprakları henüz üzerinde olabilirdi elmaların.

O ev yıkıldı. Silindi gitti hepsi. Bugünlere varamadı.


Dünden bugüne…
Maketi hazırlanan dergiden iki ilan çekilince iki sayfa boşumuz kaldı. Zaman da dar, “Eski yazdıklarından bir şeyler bulsana Ihlamur” dendi hemen. Eskilere göz atınca, şaşırıp kaldım yazdıklarıma… Böylesi içten, böylesi ölçüsüz. Neysem, o. “Yok” dedim. “Bunlardan bir şey çıkmaz. M.Ö. yazmışım ben bunları…”

En zoru, kendini ikna etmekte
Üniversitedeyken aşıktı bana. Herkes bilirdi, ben de bilirdim. O kantinde beni izlerdi, ben ise yeşil parkalı, atkılı genci.

Geçen sabah karşılaştık. Sabahın köründe toplantıya yetişmenin derdindeydim. O ise her zamanki gibiydi. Tertemiz ve şıktı. Losyon kokusu burnumda… “Hoşça kal” derken öptüm onu. “Mutlu bir gün olsun” dedim uzaklaşırken. Neden yaptığımı bilmeden. Sonrasını kurgulamadan.

“O çocuk içime sinmiyor” dedi, renklipamuklar. “Sana uygun değil sanki.”
“Bilmiyorum”
dedim. Beklentimi sıraladım ardından. “Baktığında devran değişecek, mevsim dönecek. Öyle olmalı…”

Güzel bakıyor esasında. Devran değişmiyor, mevsim dönmüyor ama...

9.10.2010

Bulutların üzerinde yürür gibi

Yarın sabah erken uyanmalıyım. Kapalı ve soğuk havaya, yarının cumartesi olmasına rağmen erkenden uyanmalıyım. Dün bir adresten diğerine koşturarak elimdeki tüm söyleşileri tamamladım. Üstelik son dakikada çıkan bir işti ve randevu filan almadan çat kapı gittim tümüne. Zarif insanlar nihayetinde… Reddetmediler.

Fotoğrafları çeken K. incecik giyinmişti. İstiklal Caddesi’nden Tarlabaşı’na, Tarlabaşı’ndan Tünel’e geçinceye kadar sırılsıklam oldu. Aslında çok da üşüdü, bozuntuya vermedi. Anlamıyorum şu erkekleri… Davranışlarından bir tekini bile anlamlandıramıyorum. Bu havada incecik gömlek ile sokağa çıkılır mı hiç? Tek eksiği şemsiyeymiş gibi “Şemsiye de almadım, makine ıslanacak” diye hayıflandı durdu.


Kendimi sandalyeme zımbaladım ve ses dosyalarının hepsini çözdüm. Bugün ise üç metni tamamladım. Hedefim dörttü, olmadı yetiştiremedim. Bir ara renklipamuklar ile konuştuk telefonda. Bir elimde telefon diğerinde hazır kek, “Yine hazır kekin kenarı çıktı. Kekin kenarını sevmiyorum ama hiç şaşmadan her defasında şu paketlerin içinden kenar çıkıyor” diye şikâyetçi oldum. “Ne diyorsun sen ya?” dedi renklipamuklar. “Ne keki, ne kenarı?” Anlatmaya çalıştım; dinlemeye çalıştı.

Holly aradı sonra. “Sana bir müjdem var” dedi, sesi pır pır. Yeni bir program çıkıyormuş, ses dosyasını yüklediğinde çözüp sana metin olarak geri veriyormuş. “Yok artık!” dedim. “Öyleymiş, çok yakında deşifreler ömrümüzü yemeyecek!” diye coştu. Yazı işleri müdürü söylemiş, teknoloji sınır tanımıyormuş vesaire. “Risk alamam” diye itiraz ettim. “Spesifik konular bunlar. Abuk sabuk çevirirse rezil olur gideriz”. Riskli olduğunu kabullendi sonunda.

Galiba aksi bir günümdeydim. Yağmurdan olabilir. Sevmiyorum kapalı ve çamur içindeki havaları…


Çok uzun zaman sonra kısacık bir etek aldım. İşin aslı onun için aldım, yakında görüşeceğiz ve o gün sadece onun için giyineceğim. Aynanın karşısında döndüm, eteklerim uçuştu. “Çocukluğundan beri kısa etekler giydiğinde aynanın karşısında döner, dans edersin” dedi annem. “Çünkü içimde yaşayan bir balerin var” dedim ben de. “Hep balerin olmayı istedim, biliyorsun”.

Üzeri inciler ile süslü, pembe bir bale elbisem vardı. Pembe-beyaz çiçeklerden tacımı takar, bembeyaz pisipisilerimi giyer bale yapardım; bulutların üzerinde yürür gibi... “Ihlamur mutlaka bale yapmalı” dermiş bale öğretmenim. Esin Hanım...

Bale yapmadım, büyüdükten sonra. Büyüdükten sonra, bulutların üzerinde yürür gibi yaşamadım ya da.

1.10.2010

Saksısına sığmayan menekşe

Yorgunluktan ağlamayı unutmuş muyum yoksa uzun zamandır ağlayacak kadar yorulmamış mıyım?

Şu an zırıl zırıl ağlıyor olmam önemli değil. Beynimin içinden büyük bir gürültü ile çıkan, kulaklarımda patlayan ve gözlerimin etrafında hissettiğim baş ağrısı tek gerçek.

“Bu meslek bugün beni öldürmediyse bir daha öldürmez” dediğim günlerden biriydi. Hatırlanmamak üzere geçmişin karanlık ve tozlu sayfalarına mahkûm etmek istiyorum!

Bir haftadır onca başka işin arasında bir de bu aptal bülten ile uğraşıyordum. 10’dan fazla söyleşinin yer aldığı oldukça kapsamlı bir özel sayı oluştu. Tasarımı bitti vs. Bugün ufak tefek revizyonların ardından matbaaya gidecekti ki kilitlendik kaldık.

Bir yanda “Şu kadar, bu kadar sayıda basılabilir!” diyen C.C. diğer yanda “Baskıya girmek için sizi bekliyoruz” diyen matbaa. Öte yanda ise ulaşamadığım grafiker arkadaşım!

Olabilecek tüm aksilikler yaşandı. Önce grafikere ulaşamadım, sonra ulaştığımda “Şu an bilmem kaç forma dergiyi kapatıyorum. İmkânı yok işi alamam” dedi. “Sen dokümanı ftp’ye yükle yeter, bakacağım çaresine…” dedim. Ftp’de sorun oldu, doküman 45 dakikada ancak yüklendi. Yüklenen dokümanı indirmemiz yarım saati buldu, indi nihayetinde. Bu defa da indesign’da sorun çıktı, açılmadı doküman. Sürümleri tutmamışmış, programlar çakışmışmış vs.

En nihayetinde matbaayı aradım ve o kahrolası sayı için “Yarın sabah iletebileceğiz” demek zorunda kaldım. Bir işi yarım bırakmak, tamamlayamamak, aksatmak hiç tarzım değil.
“Yarın sabah burada olacağım, ilgilenirim” dedi matbaadaki kadın. Sesimdeki gerginliği, yorgunluğu, bıkkınlığı, yılgınlığı, usancı, her şeyi okudu galiba. Gizlemeye harcayacak gücüm kalmamıştı zaten.

Risk aldım ve C.C’ye aksaklık olduğunu, matbaaya gidemediğimizi söylemedim. Her an memnuniyetsizliğini bildirebilir, bülteni bizden geri alabilir vb. Bu meslekte daha önce defalarca yaşanmış ve yaşanacak olan tekrarlar, kendi içinde haksızlıklar yumağı… Emeğini bir kalemde hiçe sayabilen, nankör, acımasız bir mesleğim var benim.

Yarın sabah erkenden uyanacağım ve yüzümde dayanılmaz ağrılara neden olan işi tamamlayıp, kurtulmanın yollarını arayacağım.

Ardından kapatacağım bilgisayarımı.

Bir buçuk gün boyunca hiç açmayacağım.

Körpe yeşil yapraklar açan ve artık saksısına sığmayan Afrika menekşem için yeni bir saksı alacağım belki.

Her geçen gün açan körpe yeşil yaprakların menekşeye iyilik mi yoksa fenalık mı ettiği üzerine kafa yoracağım biraz da.