31.12.2009

Mutluluk durduğun yerde…

Neyse ki gidebileceğim bir yerim, sığınabileceğim kimsem yoktu. Olsaydı… Her şeyi orta yerde bırakır ve giderdim, sığınırdım.

Hani karıncalar birbirini izler; peş peşe, sağdan soldan toplayıp taşıdıkları yüklerle. Geçen hafta… Aynı karıncalar gibi tüm olumsuzluklar birbirini izledi. “Eğer bu mesleği bugün bırakmadıysam…” diye başladı bir cümlem, “Bir daha bırakmam” ile bitti.

Şöyle…
Emeğini günlerce, aylarca, sayfalarca yığarsın. Sonra bir an gelir ve o an, tümünü hiçe sayabilir. Pamuk ipliğinin üzerinde zamanla, yorgunluklarla, yılgınlıklarla akrobasi yaparsınız. Esas olan hatayı ipin üzerinden düşürmektir. Fakat hatalar hep kaçak dövüşür. Bazen denge senden yana olmaz bazen de olumsuzluklar yakanı bırakmaz.

Olsa…
Her şeyi orta yerde bırakıp gitmek ve sığınmak istersin.

2009’un son gecesi başladı. Gece gündüze dönecek ve bir yıl daha bitecek. Aynı nehirde iki kez yıkanamam, 2009’un ve öncesinin gidenlerini geri döndüremem. Ama… Sonrasını güler yüzle karşılayabilirim. Bu elimde, gözlerimde…

Akşam saatlerinde… Bir süredir uzak kaldığımız bir arkadaşımdı arayan. Sesinde duygudan örülmüş naif notalar gizlidir. Öyle mutlu, öyle özel bir haber karşılaştırdı ki bizi…

2009’un son gecesi sürerken…
Holly 12 yıl süren çetrefilli bir beraberliğin ardından evlendi, sevgilisi eşi oldu. Nihayet bu yıl evinde, onun yanında…

Issız Adam bizim kızı aramış, çok üzgünmüş. Pişmanmış, affedilmeyi bekleyebilirmiş vs.

Ossy sevgilisiyle mutlu.

Daphne sıcacık Kıbrıs’ta.

Renklipamuklar kararsız.

Ponçik bildik dünyasında.

Ben ise… Derim ki:
“Mutluluk durduğun yerde…”

MUTLU YILLAR…

25.12.2009

Bir roman ve talihsizliklerimden biri daha

Gün boyu gözlerim dolu dolu gezdim. Zamanım yoktu, olsaydı her şeyi bir yana koyup ağlamak isterdim.

Talihsizlik bu. Düpedüz talihsizlik! Üç kez okuduğum, defalarca gözden geçirdiğim sayfaların birinde önceki sayıya ait bir pasaj kalmış. Böyle bir hata yapılmamalı, yapıldıysa eğer görülmeli ve düzeltilmeli.

Göremedim, düzeltilmedi.

Can sıkıcı tenkitler aldım bununla ilgili. Söyleyebilecek sözüm yok. Özür diledim, “Haklısınız. Kesinlikle gözden kaçmaması gereken çok büyük bir hata” dedim.

“Cümlenin sonunda iki nokta kalmış, iki kelime arasında bir fazla boşluk var” telaşında boğulurken böylesi büyük bir yanlışı geçip gitmek... Bir kez daha olmuştu. Hayatımda ise defalarca… Defalarca detaylarda boğulmuş, bütünü görememişimdir.


Bugün kötü bir gündü. Holly aradı, işe kabul edilmemiş. Halihazırda bir işi var ama bunu çok istiyordu. “Boş ver, canın çıkacaktı. Gündüzün gecene karışacaktı, hafta sonun kalmayacaktı” desem de etrafını saran hüzün bulutlarını dağıtamadım.

Sevgilisinden ayrılan arkadaşım ise kanadı kırılmış bir güvercine benziyor. Sanki bir daha hiç kanatlanamayacak.


Elde kalan yünleri değerlendirmeye karar verdim. Beyaz yünden bir sabunluk örmeye başladım bu akşam. Aşkı Memnu’nun son sahnesinde yünü de şişleri de bir yana attım. Saçlarını kısacık kestiren Behlül, “Çok uzamıştı. Sıkıldım” dedi ya Bihter’e… Yün bir tarafta, şişler bir tarafta bu sahneyle birlikte.


Ossy, ‘Aşk’ı vermişti okumam için. Ne zamandır duruyordu kenarda. Başarabilirsem, Elif Şafak’ın okuyacağım ilk kitabı olacak. Aslında uzun saatlerimi güzel yazılmış bir romanın içinde geçirmeye öyle çok ihtiyacım var ki…

23.12.2009

Kafka, yaşamak, vesaire…

Yakında dünyaya bir PDF belgesi içinden bakabilir, dünyayı bir PDF belgesi olarak görebilirim. Korkarım ki bu olabilir. Dönüşüm bugün yazılsaydı, Gregor Samsa bir bilgisayar dosyasının içinde bulabilir miydi kendini?

Son iki haftadır revizyonlarla eleğe dönen derginin gmail’ime düşen en son şekli olduğunu umut etsem de… Değişiklik istenen son dakika fotoğrafı, bir başka anlama yol açabileceği düşünülen sevimsiz bir başlık, sanki konuyu yeterince ifade etmediği kaygısı uyandıran savsak bir cümle, görev tanımındansa soyadına göre yeni baştan sıralama şekli, vs.

“Bilmezler nasıl aradık birbirimizi? Bilmezler nasıl sevdik?” diyedursun Kızılok. İrademle öğünmeyi sürdürerek, bir geceyi daha çikolatasız geçirmenin haklı gururunu yaşıyorum.

Kapım örtülü. Ponçik kapının kolunda, gagasıyla “tık tık tık” yapıyor. Emine Teyze pembeli kahverengili yünden, beyaz düğmeli yastığı çok beğendi. “Ben sana yılbaşı hediyesi almadım ki!” dedi, şaşkınlıkla karışık. “Ben de almadım” dedim. “Ördüm”.

Renklipamuklar günlerdir geç çıkıyor şirketten. “Halim duman” diyor arada.

Kader bu ya… Doğum günümde bana Issız Adam albümü hediye eden arkadaşım tam anlamıyla bir ıssız adama rastlamış. Perişan. “En iyisinin…” diye başladı, bugünkü tüm sözlerine.

Holly üç gündür iş görüşmeleri yapıyor. Sıra ile YİM, GYY ve şirket sahibi ile görüşmeden geçti. “Bu ne ya?” dedim, üçüncü günün sonunda. “Amma abarttılar!”

Bana çiçekler almış. Pembe, beyaz ve kırmızı çiçekler… Beklemiyordum bunu. “Yıllar sonra İstiklal Caddesi’nde, elimde çiçeklerle…” dedim ona. Kendim topladığım, satın aldığım, bir başkasının hediyesi ya da değil... Diğer tüm çiçeklerim gibi onları da saklayabilirim, kitaplarımın arasında.

19.12.2009

Denedik, yanıldık çoğunlukla

Şekerpare tabağına konan Ponçik’in kuyruğu şerbete bulandı. Musluğun altına tutayım dedim, yanaşmadı. Şimdi bilgisayarımın monitöründe… Şerbetli kuyruğu ile dert anlatmaya çalışıyor. Yapabileceğim bir şey yok. Hayat böyle bir şey Ponçik’im. Deneme-yanılma yöntemi ile öğrendik biz de birçok şeyi. Üstelik şeker şerbete bulanmaktan başka bedeller ödedik çoğunlukla.

Sokağa ince kabanımla çıkmamalıydım. Dün gece kar yağmıştı, havanın çok soğuk olacağını tahmin etmeliydim. Mavi polar pijamalarımı giydim, taze demlenmiş çay, kalorifer gürül gürül… Hâlâ üşüyorum.


Yeşillenen umutları düşlemek
Renklipamuklar’dan umutluydum, hüsran oldu. O da uyanamamış sabah. Saat on bire geliyordu gözlerimi açtığımda... Hazırlanmak, evden çıkmak zaman aldı. Yılbaşı üstü alışveriş merkezlerine bayılıyorum; her yer ışıklar, süsler içinde! Zil sesleri, Noel Babalar, ayıcıklar, penguenler… Evet, yıllar göz açıp kapayıncaya dek geçiyor. Fakat yeni yıl yaklaştıkça geçen yılları düşünmekten çok yeşillenen umutları düşlüyorum.


Severiz paylaşmayı…
Dört günden fazla oldu, blue jean almıştım. Tadilat için mağazada bekliyordu ancak gidebildim. Gitmişken aynısından renklipamuklar’a da aldırdım. Aynı kıyafetlerden, çantalardan, ayakkabılardan alır ikizler burcu gibi gezeriz. Severiz paylaşmayı…

Bugün çok çay içtim. Neyse ki kahveyi bıraktım artık. Mide kramplarımın tekrarlamasından korkuyorum. Gece yarısı hastane koridorları, acil servisler, o tarifsiz acı… Nereden geldi şimdi aklıma? Kendini hissettiren ağrıdan olabilir mi?

“Hem senin hem de benim ruh sağlığımız için lifestyle dergi yapmalısın” dedi renklipamuklar. “Tercih ederim ama lifestyle iş yok” dedim. Laleleri, çınarları, sonbaharı, şiirleri yazdığım günleri özledim.

“Kaybolup giderken fırtınalarda, gönlümce bir ıssız ada bulmuşum. Fark etmeden… Senin olmuşum”* derken şarkının sözleri… Onunla rastlaşmadık bugün.


* Fikret Kızılok, Fark etmeden

18.12.2009

Kar yağdı yağacak günde, bir Kış Masalı…

Eğer bir kış masalı ise bu, bir bardak çaydan doğabilir. Buğusu tüterken, çay kaşığı tabağın kenarına aceleyle bırakılıvermiştir. Art arda çakan çakmaklarla duman odayı kaplar. Masa örtüsü iki renkli ve kare karedir. Okunmuş gazeteler, küllük, vesaire...

Masallarda kurulan cümlelerin çoğu iddialıdır. Kahramanlardan yaşça daha küçük, sevdaca daha büyük olan öyle bir söz söyler ki…
“Çayım, sigaram, bir de o olsun yanımda…”

Hayattan yek isteğinin bu olduğunu belirtmek için söylemiştir, bu büyük sözü. Aşktan daha güçlü iddiası yoktur henüz; yaşça daha küçük, sevdaca daha büyük olan kahramanın. Aşk, hayattaki tek iddiadır ona göre. Kaybetmeyeceğinden emindir henüz.

İstanbul’dur şehir, kar yağdı yağacak bir gündür. Yaşça daha büyük, sevdaca daha küçük olan kahraman sorar:
“Hava soğuk, baksana üşümüşsün.”
“Çay içer misin?”


Bazen bir tek cümle koskoca bir masalın başlangıcı olur.

Eğer bu bir kış masalı ise… Kar yağdı yağacak bir günde, bir bardak çaydan doğabilir. Ve, kahramanları baharın uzaklığını bilir en başından.

14.12.2009

Hep mutluluk yok ki...

2009 yılından çok umutluydum. Apak beklentilerle 1 Ocak gününe uyanmıştım. Aralık’ın son haftalarını yaşadığımız şu günlerde ise 2009’un bir an önce çekip gitmesini istiyorum. Pabuçlarını ceketini giymeden, kapıyı kapatmadan gerekirse…

Gökyüzündeki kış güneşi bile fayda etmiyor bazen.

Sabah saatlerinde duyduğum bir haber benim için kara, arkadaşım içinse katran karası, zifiriydi. Üç gün içinde, apar topar… Babasını kaybetmiş.

Egeli aslında. Deniz kenarında tanışmıştık onunla. 15 yıl olmuş mudur acaba? Üniversitedeki ilk yılımı tamamlamışken, sınavlara hazırlanıyordu. “Mimar Sinan’ı yazsana, Sanat Tarihi’ni…” demiştim. “Birlikte okuruz hem. Çok güzel bir bölüm”. Yazmış okulu, kazandı. Tası tarağı topladı, Ege'den İstanbul'a göçtü. Burada kaldı.

Çok gençtik; yalnızca kendimize değil, tüm dünyaya dair büyük hayallerimiz vardı. Yıllar geçti, büyük hayallerimiz küçüldü, rüzgâr bizi farklı yerlere yönlere savurdu.

Aynı şehirde yaşamamıza rağmen doğru dürüst görüşmüyorduk. Bayramlarda, yeni yıllarda ve doğum günlerimizde mutlaka arıyorduk birbirimizi. Bugün öğrendim ki o kara haberle hayatının en mutsuz gününü yaşıyormuş. Aradım, konuşamadık pek.

Ağladım, ağladım. Çok işim vardı. Giyindim, evden çıktım. Yığılı sayfalar, eksik fotoğraflar, spotlar, başlıklar gözyaşlarını duymazdan görmezden geliyor. Akşam saatlerine kadar çalıştık. Eve dönerken çok üşüdüm. Hâlâ üşüyor gibiyim.

Bunları yazmak bile anlamsız aslında. Ponçik, minik beyaz topu yuvarlayıp duruyor yerde. Anlıyor mutsuzluklarımı… Mutlu olayım istiyor hep.

Hep mutluluk yok ki Ponçik’im… Bak, çöp kamyonu yanaştı yine apartmanın önüne.

11.12.2009

Hafta sonu

Kalabalıklar içinde, karanlıkta ve labirentlerden oluşan binalar arasında tanıdık birilerini bulmaya çalışıyorum. Rastlaşmak istemediğim, yüzünü unuttuğum kim varsa hepsi karşımda... Dar koridorlar başka dar koridorlara açılırken yabancı bir yüz beliriyor. “Serpil, gazeteciyim” diye kendini tanıtıyor, soluk renkler giyinmiş bir kadın. Gazeteci Serpil’i tanımıyorum, o ise beni tanıyor. Hayret içinde soruyor:
“Yoksa beni tanımıyor musun?”
Tüm gazeteler, gazetelerin köşe yazarları telaşla aklımdan geçiyor. Gazeteci Serpil’i seçemiyorum. Onu bilememek utanç oluyor dar ve karanlık koridorlarda.

Renklipamuklar buluyor beni.
“Geç kaldık” diyor sürekli. Ponçik pembe yuvasının içinde, yanımda. Nasıl oluyorsa bir halk otobüsünün en arka koltuğuna bırakıyorum Ponçik’i, nasıl oluyorsa bir anda durakta buluyorum kendimi. Otobüs gidiyor, Ponçik otobüsün arka koltuğunda kalıyor, pembe yuvasının içinde.
“Ponçik otobüste kaldı” diyorum renklipamuklar’a.
“Geç kaldık” diyor, Alice’in tavşanı gibi.
“Ponçik bensiz ne yapar? Ya biri alırsa, bir daha nasıl bulacağım?” Renklipamuklar duymuyor. Yürüyüp gidiyor. Kalıyorum orta yerde. Derin bir sızı...

Böyle uyandım. Uyanır uyanmaz Ponçik’imin yanına gittim, yerinde duruyor. “Seni otobüslerde mi bıraktım Ponçik'im?” dedim. Kömür kömür baktı. Rüyayı renklipamuklar’a anlattım. “O kadar duyarsız bir insan mıyım ben?” diye bozuk attı. “Ponçik otobüste kalsa o şekilde konuşur muyum hiç? Bir taksi buluruz, otobüse yetişir Ponçik’i geri alırız” dedi.

Rüyalarda her şey ne kadar anlamsız ve içinden çıkılması güç. Böyle olunca uyumayı sevmiyorum.

Hafta sonunun büyük bir bölümü çalışarak geçecek. Masamda yığılan sayfaları geç saatlere kadar okudum, tamamladım. Yarın Holly’nin evinde toplanacağız. “Sigara böreği getireyim mi?” diye sordum telefonda. “Uğraşma şimdi. Kek yapacağım nasılsa…” dedi. “Sigara böreğinin uğraşmasından ne olacak?”

Bu akşam zaman kalmadı. Yarın sabah biraz erken uyanıp sigara böreklerini sarmalı. Holly’nin pişirdiği elmalı kek de muhteşem oluyor. Geçen gittiğimde tam üç dilim yemiştim, iki dilimi de paket yapıp çantama koymuştum.

Gece yarısı

Her gece bu saatlerde çöp kamyonunun sesini duyuyorum. Gece yarısına yakın. Yaz geceleri değil açıkçası, fakat kış geceleri düşünüyorum. Biri konteyneri kamyonun kelepçesine iyice oturtuyor, yere dökülenler varsa bir başkası onları topluyor. Şoför koltuğunda biri ve onun yanında bir başkası daha… Zaman gece yarısı. Çoğunlukla bir şeyler okuyor oluyorum bu saatlerde. Kitaptan ya da online gazetelerden. Yorgunlukla biten bir günün sonunda kaçırdıklarımı yakalamaya çalışıyorum. Yanımda çay olmazsa süt duruyor. Süt de olmazsa bir bardak su belki. Çikolata kağıtları… Meyve yemek istemesem de her gün bir mandalina, en azından.

TV izlerken yün yastığın bir yüzünü ördüm, bitirdim. Sanki Behlül Bihter’den çoktan vazgeçmiş.

Uzun zamandır aynı müziğin etrafında dönüp durmuyordum. İçinden çıkılmazlıklardan belki...

Hani bir tünel ve o tünelin sonunda görünecek ışık hikâyesi vardır. Öyleyse... "Bir tünele çıkmak bilmeyen yollara!" diyelim bu gece...

9.12.2009

Yünden hediyeleri olsa herkesin!

Gün boyu süren telefon trafiğinin ardından Holly ile Mecidiyeköy’de buluşma kararı aldık. “Altı gibi buluşuruz” dedik. Neredeyse bir saat öncesinde oradaydım. Cadde üstündeki kitapçıya uğradım. Bir saat geçip gitmiş, Holly aradı.
“Neredesin?”
“Kitapçıdayım, kasaya doğru ilerliyorum” dedim. Kasada buluştuk. Sordu:
“Hangisini aldın?”
“Ne zamandır istiyordum okumayı…” dedim. Yazdan bu yana aklımdan geçen bir kitaptı, Son Kuşlar *.


“Sessiz, sakin bir yer bulalım. Gürültü çekebilecek gibi değilim” dedi Holly. “Al benden de o kadar!” dedim. Tenha bir kafe bulduk. Genellikle işten güçten konuşuruz. Bu defa işten başka her şeyden konuştuk. En çok da yılbaşı gecesi üzerinde durduk. Holly geçen bahar evlendi ve aynı çatının altında eşiyle birlikte ilk yılbaşı kutlamaları olacak.

“Çok önemli!” dedim. “Çok güzel bir masa hazırlamalısın. Ve şimdiden en şık mumu aramaya başlamalısın.”
Önce burun kıvırır gibi oldu:
“Aslında kızlarla birlikte yılbaşı partisi yapacaktık. Sonra da konser filan.”
Sözünü ağzına tıktım.
“Hayatının en büyük hatasını yaparsın ve bunun geri dönüşü olmaz! İlk yılbaşınızı birbirinizden ayrı yılbaşı partilerinde mi geçireceksiniz?” Baktım dinliyor, “Yıl nasıl başlarsa öyle gider” diye ısrarcı oldum. “Yılbaşına ayrı girerseniz öyle sürer. Sonra karışmam!”
Korktu.
“Yılbaşını evde kutlayacaksak çam ağacı almak isterim” dedi.
“Ben geçen yıl almıştım. Ama yeni süsler alabilirim!”
“Birlikte alalım!”
“Anlaştık!”
Yılbaşı hediyelerini çok severim. Sokaktan geçen, hiç tanımadığım, bir daha görmeyeceğim insanları bile hediyelere boğmak isterim. Şimdiden küçük listeler oluşturmaya, arkadaşlarımın zevklerine göre hediyeler düşünmeye başladım. Bu gece bir yastığın ilk sırasını ördüm mesela. Pembeli, kahverengili yastığı Emine Teyze için örmeyi planlıyorum. Yatağımın üzerindeki yün yastıkları görüp beğenmişti.
“Nereden buldun?” diye sormuştu. “Ben ördüm” dediğimde ise hayrete düşmüştü nedense…

Emine Teyze korkunç dağınıklığımızı toplamak üzere yarın gelecek. Yünleri ortadan kaldırıp bir yerlere saklayayım ki sürprizi kaçmasın! Belki Ossy ile Holly’e de yün yastıklardan örebilirim! Renklipamuklar’a ise…

Şu an bilemedim.

* Son Kuşlar, Sait Faik Abasıyanık

6.12.2009

Yaşam ve Aşk

Olabilseydim eğer, Modigliani’nin uzun boyunlu kadınlarından biri olmayı isterdim. Yok, eğer Modigliani’nin kadınlarından biri değilsem o zaman Chagall’ın renklerinden olmalıydım. Sevgililer‘deki renklerinden herhangi biri.

Sabah yağmurlu ve soğuktu. Yağmura rağmen şemsiyemi çantamdan çıkarmadım. İstiklal Caddesi’nin sabah mahmurluğu güzeldir. Kepenklerin çoğu açılmamış, caddede gezenler geceden kalmalar.

Yıllarca sanat tarihi kitaplarından siyah-beyaz okuyup gördüğüm Chagall; imzası, çizgileri, renkleri ile karşımda! Ne garip, bir sanatçıyı seviyorsan doğduğu köyü-kenti, aşkları, kederleri ve mutlulukları ile birlikte seviyorsun. Chagall ile doğduğu köy Vitebsk’i de sevdim. Aşık olduğu kadın Bella’yı, oğlu Ida’yı da sevdim.

Marc Chagall’ın renkler içindeki köyü… Bir yanda hep bir keçi bakıyor tuvalden. Çalan kemanın ya da akordiyonun sesi duyuluyor öte taraftan. Köylüler, tüten bacalar, ağaçlar içinde evler… Kışsa bembeyaz kar, bahar ise her yer bir renk denizine dönüşmüş.

Chagall Paris’ten önce iki yıl İstanbul’da yaşamış. Büyükada’dan denizi, adaları izlemiş. Ara Güler’e anlatmış bunları… “Belki resimlerinin mavisinde İstanbul da vardır bir parça” diye düşünüyorum böyle olunca.

Marc Chagall 24 Ocak’a kadar İstanbul’da, Pera Müzesi’nde…

5.12.2009

Menekşeli sabah

Contemporary 09’un girişinde yine aynı kurabiyeleri görünce “Geçen yılki kurabiyelerden çıkan dilekler tutmadı” dedim. Görevlilerden biri “Bu yüzden bu yıl dilek yazmadık kurabiyelere…” diye karşılık verdi. Gülümsedi sonra, “Üzülmeyin. Yalnız sizin değil, kimsenin dileği olmamış.”

Hiç değilse başkalarının dileği olsaydı.

Gece üç buçuktu, uyuyamamıştım. Beş buçukta yeniden uyandım, belli belirsiz. Birkaç saat sonra renklipamuklar uyandırdı. Kalın kazaklarımızı giydik, köşe başındaki bakkala uğradık pastaneye gitmezden önce. Hemen her gün okuduğum gazeteyi aldım, başlıklara bakmak gelmedi içimden. Hava soğuktu, bir ara üşür gibi oldum. Renklipamuklar pufidik montuna iyice sarındı, çayla birlikte sigara içip durdu.
Gökyüzünü seyrettim, gökyüzünü örten ağaçlara baktım. Ağaçların dallarında serçeler… Düşündüm, “Seçebilseydi, bir serçe olmayı tercih eder miydi Ponçik?”

Pastanenin bahçesi saksılarla, saksılar menekşelerle dolu. Fotoğrafını çektiğim menekşeye “Gülümse menekşe!” dedim. Sanki tüm menekşeler biraz somurtkan.

Kafesteki tüm kuşlar en az serçeler kadar özgür olsa…
Tüm çiçekler en çok menekşeler kadar somurtkan.

2.12.2009

Ve bir masal başlar ansızın

“Bu mevsimde Ege soğuk olur” dedi renklipamuklar. “Polar eşofmanlarını alırsın yanına. Kitaplarını… Bir de bilgisayarını götürdün mü, başka bir şey gerekmez zaten.”

Uzun zaman sonra ilk kez hissettiğim yorgunluktan başka bir şey. Gözlerimin altına yerleşti bu his. Kirpiklerim dokundukça derinleşiyor.

Uzun zamandır, ben… Gerçekte kuramadığım bir düşü kuruyorum ve süsleyip püslüyorum.

Pembeye boyalı tek katlı bir ev. Bahçesinde karbeyaz kuğularla… Mutfak camındaki buğu tarçın kokuyor, tarçınlı kekten alıyor kokusunu.

Aralık soğuk, temmuz sıcak demeden renk renk çiçekler yetişiyor. Toprak gökkuşağı…

Bir zeytin ağacının gölgesinde iki bank. Sanki hep oradaydı ve sonsuza dek orada kalacak.

Alabildiğine balkabağı ekili.
Umutlar gibi değildir masal yazıcılarının kalemi, tükenmez. Balkabaklarından biri Cinderella’nın atlı arabasına dönüşüverir belki, masal yazıcısı yazarsa...
Ve bir masal başlar ansızın.

1.12.2009

Bugün, hiç…

Bugün hiç çalışmadım. Uyandığımda saat on buçuktu. Çay bile içmeden kitap okudum.

Mavi kanatlarınla…*
Yalnız benim…
Olsaydın…


Kitabın 138’inci sayfasında anlatılan kadın yüreğimi burktu.
“Yüzünün solgunluklarını, yıpranmışlığını ağır bir makyajla örtmeyi deniyormuş. Eskisinden çok daha fazla sigara içiyormuş ve sigaralarını uzun ağızlıklara filan takmadan içiyormuş, birini yakıp birini söndürüyormuş.”

Sigarayı bırakalı çok oldu. Kokusuna dahi tahammül edemiyorum ama bir yerde… Peş peşe sigara yakan, izmariti ezerken kokusu ellerine işlesin isteyen bir kadın görünce… Kendimi hatırlarım.


Birkaç kepekli bisküvi atıştırdıktan sonra giyindim, yüzümün solgunluğunu, hatta yıpranmışlığını örtmeyi düşünmeden evden çıktım. Yürüdüm, yürüdüm. Hemen her gün okuduğum gazeteyi aldım ve nihayet, cadde üstündeki kafelerden birindeydim. Saat biri geçiyordu, kahvaltı saati biteli çok olmuştu.

“Eskiden burada poğaça, börek gibi şeyler olurdu…”
“Artık yok maalesef” dedi, beyazlar içindeki genç garson.
“Mönüyü alabilir miyim?”

Kızarmış patateslerin, şinitzellerin, ızgara köftelerin tercih edildiği bir saatte tost yedim. Gazetelerin ekonomi sayfalarını pek okumam. Açıkçası, okusam da pek bir şey anlamam. Ekonomi sayfaları her köşesini okuyup üzerinde en çok düşündüğüm sayfalar oldu, bugün. Düşündüm, düşündüm fakat yine işin içinden çıkamadım.


Bir fincan ıhlamur istedim.
Bugün hiç çalışmadım.


*Selim İleri

28.11.2009

Şansındaki rengi sevmeli belki de...

Güneşli bir sabaha uyanmak güzel şey! Aslında öğlen demek daha doğru olacak sanırım. Saat on biri geçiyordu gözlerimi açtığımda. Tatil günleri tembelliğini seviyorum.

“Eşya sahibine benzermiş” demiştim. Henüz bebekken alıp, bir kutu içinde eve getirdiğim Ponçik’in de huyu bana benzedi. Gece yatmak, sabah uyanmak bilmiyor.
“Ponçik bir sabah bir cik desen, beni de uyandırsan olmaz mı?” diye sordum bu öğlen. Her zamanki gibi kanatlarını iki yana açtı ve melek oldu.


Hiç huzurum yok. Domuz Gribi olma ihtimali sinirlerimi iyice bozdu. Zaten az buçuk titizimdir. Şimdilerde titizliğin son kertesine ulaştım. Nemlendiriciler ellerimi nemlendirmeye yetmiyor. Her aksırıkta, her tıksırıkta su ve sabun! Yıkanıp paklanmaktan usandım.


Dikkat ettim, aldığım tokalar hep güneşli günlere denk gelmiş. Bugün de güneşli bir gündü. Elimdeki küçük alışveriş sepeti dolmuşken telefonum çaldı. Adı bile gülümsemem için yeterli...
“N’aber?” diye sordu. Ezelden beri telefondaki ilk sözü N’aber’dir.
“İyi, senden n’aber?”
“Ne yapıyorsun?”
“Toka alıyorum.”
Anlamadı, tekrar sordu:
“Anlamadım, ne yapıyorsun?”
“Saçlarıma toka alıyorum” dedim. Oysa tokaların olduğu bölümü geçmiş, renkli taşlarla süslü yüzüklerden birini deniyordum. Menekşe taşlı olanını…
“Demek saçlarına toka alıyorsun…”
“Evet, tokacıda toka alıyorum.”

Aynı sözleri defalarca tekrar ettik. Onunla saçma sapan konuşuruz telefonda. Ezelden beri…

Ufak tefek tokalar, bir yaka iğnesi ve taşlı bir yüzük aldım. Aslında menekşe taşlısını daha çok beğenmiştim ama bana uygunu kalmamış.

Olsun, şansımda başka bir renk varmış. Şansındaki rengi sevmeli belki de...

26.11.2009

Hiçbir kere hayat bayram olmadı ya da*…

Birkaç kez rastlamıştım ona. Yaz akşamları, kendi kendime yürüyüş yaptığım ya da bir bankta kitap okuduğum saatlerde… Peşinde sokak köpekleriyle gezen bir genç adam. İyi bir aileden geldiği belli. İskelet yapısı düzgün, uzun boylu ve incecik, bakımsız, hatta çok bakımsız. Elinde poşetler, poşet dolusu kuru mamalar, peşinde neredeyse mahallenin tüm sokak köpekleri…

Yarın bayram. Bayramdan önce ilk yapılanlardandır küçük bayram alışverişleri. Hava ılık, marketin önünde değişik bir dolu sokak köpeği… Alışveriş arabalarından birini aldım, meyve-sebze reyonuna geçtim. Tüm kasalar dolu, biri daha tenha. Tenhalıkla birlikte onu fark ettim. Yaz akşamları rastladığım genç adam en boş kasada duruyor ya da onun durduğu kasa en boş.

Bakımsızlıktan öte hırpani, hırpaniden öte perişan halde. Üstü başı çamurlanmış, saçı sakalı birbirine karışmış. Bir şarkı mırıldanıyor beklerken. Duyamıyorum şarkının sözlerini… Duymaya uğraşıyorum, köpeklerin havlamaları, araba sesleri, konuşmalar… Duyamıyorum. Marketten gülümseyerek çıkıyor. Kapıda bekleyen sokak köpeklerine gülüyor, dolu dolu:
“Hayatta kalma nedenimsiniz benim!” diyor. “Ne mi aldım? Votka ve elma suyu... Başka bir şey yok.”
Yalnızca sokak köpeklerinin gözlerine bakarak kendi gibi kumral bir edayla: “Haydi gidelim biz” diyerek uzaklaşıyor. Sokak köpekleri onu izliyor.

Tiyatrodan koparılmış bir sahne, filmden çalınmış bir kare gibi. Şu dünyadan geçip giden hayatları düşündürüyor bana. Kimlerin daha çok iz bıraktığını, bırakacağını sorgulatıyor. İzlerimizi...

Yarın bayram.
Mutlu izler bırakacağımız nice bayramlara…

*Bulutsuzluk Özlemi, Hiçbir kere hayat bayram olmadı ya da her nefes alışımız bayramdı.

Bu dünyanın hallerini anlayamadan büyüdüm

“Oradan bakacağına iki başlık da sen söylesene!” dedim Ponçik’e. Pembe yuvasının beyaz tüneğine kurulmuş. “Sendeki saltanat bende yok ” diye söylendim sonra. Küçük bir cik çıktı yalnızca. Hani çay demlenirken su fokur fokur bir ses çıkarır ya… Ponçik de çaydanlığın içinde fokurdayan su gibi sesler çıkarıyor çoğunlukla. Bazen de bir düdüklü tencereyi andırıyor. Ama illa ki hep fokur fokur…

Armut dibine düşer, eşya sahibine benzer derler. Talihimiz Ponçik ile benzerlik gösteriyor. Her şey yolunda derken bir bakıyoruz ki bizim rota şaşmış, tekne alabora olmuş. Ponçik çok hastaydı. Ancak biraz biraz iyileşti. Neşesiz, kendi yalnızlığında bir Ponçik var son günlerde.

Şu hüzün denilen şey bulaşıcı mı acaba?

Akşam markete uğradım. Leylak kokulu yeni sabunlar çıkmış. Bir tane aldım, gardırobuma koydum. Emine Teyze, “Sabunun bir tarafını aç ki kokusu iyice dağılsın” dedi. Ponçiğime bakıp, “Ponçik’in hiç tadı yok” dedim. Anlatmaya koyuldu. İki kadını konuşurlarken duymuş. Kadınlardan biri elektrik süpürgesi ile duvarlardaki örümcekleri temizlerken evdeki muhabbet kuşunu da süpürgeye çekmiş.
“Ne olmuş kuşa?” diye sordum üzüntüyle.
“O kısmını duyamadım. Çok merak ettim, laflarını dinlemiş gibi olurum diye soramadım” dedi.
Ponçiğimi siyah, dev bir canavarı andıran elektrik süpürgesinin içinde düşününce… Ürperdim, bayılacak gibi oldum.
“Aman dikkat edin Emine Teyze! Ponçik’i süpürürseniz deliririm, bir daha iflah olmam” dedim. “Ben geldiğimde sen onu kafesinden çıkarma” diye tembihledi. “Ben de deliririm çünkü!”
Anlamadığım, bir kuş nasıl süpürülür?

Tiramisu yaptım. Renklipamuklar “Ben yemeyeceğim!” dedi. Bu sıra hiçbir şey yemiyor. Sanırım 34 bedene inmeyi planlıyor. Boyu çok uzun, 34 beden yakışmaz. Söylüyorum, dinlemiyor.
İki büyük dilim Tiramisu yedim, yanında taze demlenmiş çay içtim. Renklipamuklar sordu: “Nasıl olmuş Tiramisu?”
“Harika olmuş. Yaptığım en güzel Tiramisu neredeyse…” Ardından sordum:“Yer misin?”
“Ben yiyeceğim kadarını alırım. Sen doldurursun şimdi!”. Mutfakta tıkırtılar duyuldu. İncecik bir dilim yemiş olmalı. Kesin kararlı, daha da zayıflayacak.
Hazırladığım yazıyı okudum, okudum ve bir kez daha okudum. Belki bir kez daha… Altı farklı başlık önerisi ile gönderdim.
Acaba hangisi beğenilecek?
Bir dilim Tiramisu daha?..

23.11.2009

Oysa ıhlamur ağaçları habersizdi

Birkaç yıl önceydi. Aslında birkaç yıldan daha önce de olabilir. Çok çalışmış çok yorulmuştuk. Çok yorulduğumuzda keyifli konulardan konuşmaya uğraşırdık genelde. Güzel anılardan, kitaplardan, filmlerden, güneşli bir tatil gününde yapılacaklardan… Söz, Selim İleri’ye gelmişti nasılsa.
“Selim İleri hiç okumadım” demiştim.
“Beğeneceksindir. Oku bence…” demişti, o zaman birlikte çalıştığımız yazı işleri müdürüm.

Kaç yıl sonra… Pastırma Yazı’nı görmüştüm kitapçıda. Arka kapağını okumuş, kitabı yerine bırakmıştım. Sonra İstiklal’de gezdiğim, kitapçıya girip bir dolu kitap seçtiğim gün Pastırma Yazı da yer almıştı o kitapların arasında. Ardından Fotoğrafı Sana Gönderiyorum, Destan Gönüller, Hepsi Alev geldi. Dün ise bir başka kitabını okumaya başladım. ‘Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın’. Bu kitabı almazdan önce, adını duyduğumda yalnızca… Kalmıştım öylece.


Belki üç belki de dört saat boyunca onlarca klasöre yüzlerce fotoğrafı yerleştirdim. Elimde uzunca bir liste; şu budur, bu şudur diye uzayıp giden bir liste… “Hata yapmış olabilir miyim?” ya da “Eksik kaldı mı acaba?” paranoyaları ile sürüp gitti. Nihayet bitti ve derin bir soluk…


Ihlamur içmiyorum artık. Bu kış neredeyse hiç içmedim. Ihlamurca kelimelerden uzaklaşmaktan, Beyaz Tuval’in beyazlığını kaybettiğini düşünmeye başlamaktan olabilir mi?

Oysa yüksek tepelerde kendince yeşerip sararan ıhlamur ağaçları her şeyden habersiz.
Yorgunluktan söz etmek yersiz.
Umutların her geçen gün kendi ömründen yediğinden söz etmek boş bir karamsarlık.

Kitapların sayfalarında durulmak en güzeli olmalı.

Dünyayı güzellik kurtaracak!

Mısır konservesinin üzerinde yazılanları defalarca okuduktan, altın sarısı mısır taneciklerinin genetik durumu üzerine uzunca düşündükten sonra alışveriş sepetine atabildim. Sabunlardan ise antibakteriyel olanı aldım. Çiçek kokulu, renkli sabunların yerini tutmuyor elbette. Ellerim yıkanmaktan kızarık içinde, çizik içinde. Çantamda üç farklı el kremi…

Eskiden yaşamak daha kolay olmalıymış! Daha huzurlu…


Sabah renklipamuklar’a “Bütün gece kendimi FarmVille’in içinde gördüm. Yaptığım küçük çiçek bahçesi var ya… Orada sürekli çiçek topluyordum” dedim. “Delirdik iyice” dedikten sonra ekledi: “İyi ki dün ekip biçmedim. Rüyamda çiftliği görmedim böyle olunca!”

Gerçek hayatta gerçekleştiremediğim, büyük olasılıkla hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceğim rengârenk ütopyayı sanal hayatta gerçekleştirdim. Kendi ellerimle bir Ege Çiftliği kurdum. Bir zeytin ağacının altında iki bank, pembeye boyalı tek katlı bir ev; kırmızı laleler, sarı nergisler, pembe güller ile dolu bir çiçek bahçesi, atlar, koyunlar, hatta kuğular bile var çiftliğimde.

Düşlerimden vazgeçmiş sayılır mıyım ki böyle olunca?


Bir zamandır yazmıyordum Beyaz Tuval’e… İşin aslı bir daha geri dönmeyi düşünmüyordum da. Ama sonra düşününce buradaki güzellikleri, arkadaşlıkları, hâlâ unutulmamaları, silinmemeleri… Güzellikler çirkinliklerin üstüne gitmeli. Gerekirse deşifre etmeli çirkinlikleri diye düşündüm.

Bu zaman zarfında beni arayıp soran Sevgili Duygu ve Dolphin’e çok teşekkür ederim. Ve Jto… Uzak kaldığımız bu zamanı büyük bir mutlulukla taçlandırmış. Jto’nun mutluluğuna daha yakın olabilmek yeniden yazmaya başlamamın bir nedeni daha. Ve Sevgili Günlükcüğüm. Seni okumadım sanma sakın. Benim için yazdıkların ve blogundaki yerim öyle değerli ki…

Elbette, renklipamuklar! Şirkete gidince sabah sabah okuyabileceğin ufak tefek yazılar olur umarım bundan sonra.

Öyle ya, “Dünyayı güzellik kurtaracak” demişti şair. Çirkinliklerin bizlerden uzak olması dileğiyle…

5.07.2009

Sonrası, tek başına geceleri

Dün, geç saatlerde telefonum çaldı. Bir kız arkadaşım, “Yarın Mumi bizi Kilyos’a götürecek. Sen de gelsene” dedi.
“Yok” dedim. Yok dediysem eğer, bilirler ve ısrar etmezler.
“İyi olurdu, güneşlenirdik” demekle yetindi.
“Çok sağol. Selam söyle…” dedim.

İstanbul beach’lerine katlanabilecek gibi değilim. Bazen yaşadığım dünyanın, insanlarının iyiden iyiye yabancısıyım.


Gece yalnızdım. Bir ara çok sıkıldım, muhallebi yaptım. Üzerine tarçın serptim.

Tek başına olsam bile perdeleri çeker; bahçedeki sarmaşıklardan, gül ağaçlarından, ortancalardan saklanırım. Kapımı örter, kendime kalırım. Kapı duvar olurum ‘tek başına geceleri’nde.

Kendi kendime kaldıkça kitap okurum, film izlerim çoğunlukla. Öyle yaptım yine. Fatih Akın’a duyduğum tüm hayranlığa karşın hâlâ izleyemediğim filmi kaldı. Filmlerinin başrol erkeklerine kayıtsız şartsız aşık olabilirim. Nasıl güçlü, kişilik sahibi ve iyi insanlar onlar. *Yaşamın Kıyısında’ydı izlediğim filmi.

Bunca açık denizdeyken,
Yaşamın kıyısına varmak.

Pembe kaplı defterime bir şeyler yazdım, geçen. Tükenmez kalemle, hiç silinmesin istediğim. Temmuzun üçüydü, anlatılan tarih. Üçten dörde doğruydu.

Sonrası…
Bilmem ki...
Sonrası yok, olmayacak sanırım.
Bu ezberimdir benim.

*Yaşamın Kıyısında, Fatih Akın

3.07.2009

Bulutlu prenseslerin pembe kaplı günlükleri

Durur, Ayasofya'ya defalarca bakarım

Akşam saatlerinde Ossy ile buluştuk. Bir hafta görmesem, özlüyorum kız arkadaşlarımı.

Sultanahmet’te, tramvay durağının hemen yanında genç bir çocuk tezgâh açmış. Boy boy, renk renk defterler satıyor. Defterlerin kapları ilgimi çekti. Sordum:
“Duvar kağıdından mı bunlar?”
Belki duvar kağıdından yapılmış kapların defterlerinin değerini düşüreceği endişesinden... Çekinerek “Evet” dedi, satıcı çocuk. Ekledi ardından:
“El işi bu defterler, kendim yaptım.”
“Çok güzelmiş.”
Güneşin altında beklemekten bunalmış, gülümsedi. Bu defa o sordu:
“Alacak mısınız?”
“Alacağım. Hem kendime hem de arkadaşıma.”

Bu hafta bir ajansta yeniden çalışmaya başlayan Ossy’e büyük boy, kendime ise orta boy defter aldım. Tüle benzer kabı pembe olanlardan.

Ossy defteri çok sevdi.


Orada bir yerde, defterlere yazılmayanlar

Ossy ile bir yıldan fazla birlikte çalışmıştık. Ondan önce istifa edip, bir başka şirkete geçmiştim. Giderken en sevdiğim defterimi bırakmıştım. O günden bugüne aramızda defterlerle kurulu kopmaz bir bağ var.

Zaten şu dünyadaki işimiz gücümüz kopmayan bağlar kurup, kurduğumuz bağlara düğümlenmeklerle.

Öyle yorgun döndüm ki eve…
Daha dün, Ponçik’in kafesini güzelce yıkayıp temizlemiştim. Yine tüy dökmeye başlamış. Gagasının kenarındaki siyah benekler bile dökülmüş.
“Beneklerini kim çaldı Ponçiğim?” diye sordum. Bir şeyler söyledi. Biraz kederli sanki…

Keşke sarılabilsem Ponçiğime.


En güzel günlerimiz, henüz yaşamadıklarımız mı?

Kabı pembe duvar kağıdından defterime bir şeyler yazdım. Günün özeti gibi. Belki kısa cümlelerden oluşan bir günlük yaparım yeni defterimi. Anlatılacak daha güzel günlerim olur belki de.

Tükenmez kalemle yazmaya değer günler.
Hiç silinmesin istenen.

1.07.2009

Ver elini mutluluk!

Akıllara seza kör döngü

Bugün, bir ara aklıma mukayyet olamayacağımı sandım. Zaten kendine zor yeterken, tümden uçup gidecekti. Bu delilik arifesi, meslekten midir yoksa işlerimin daima yumurta-kapı ilişkisi içinde yürümesinden midir?

Çözemedim, çözemem de.


Mutfakta kimse yok

Beni görmesiyle birlikte “Michael Jackson’a benzemişsin” dedi, bir kız arkadaşım. Bir zamandır görüşmüyorduk. Sordu: “Ne bu hâlin? Çok zayıflamışsın.”
“Bilinçli” dedim. Aslında bilinçli değildi. Bir baktım ki iki yıldır gardıropta bekleyen XS bluzuma sığmışım.

Pek yemek yapmıyorum bu sıra. Yapsam da yemiyorum. Bu akşam mercimek çorbası pişirdim. Bir de supangle yaptım. Supangle lezzetli olmuş ama.


Eğlence ararım, bazı zaman

Kısa elbisemi, beyaz babetlerimi giyip sokağa çıktım akşam körü. Bir başıma yürüdüm, yürüdüm. Kafeler tıka basa doluydu. Kitapçı kapanmıştı. İlerideki gazete bayisine kadar gittim. “Eğlenceli bir dergi istiyorum” dedim genç adama.
Hayatında ilk kez duymuşçasına “Eğlenceli bir dergi mi?” diye sordu. Anlamaz anlamaz bakmayı sürdürdü.
“Seninle yayınlanıyor mu hâlâ?”
Ortadan kayboldu, dergi ile geri döndü. Derginin içinde çiçekli, tek kişilik bir tepsi.
“Bu ne, tepsi mi?” diye sordum.
“Evet, tepsi” dedi.
“Çok komik” dedim. “Dergi tepsi mi vermiş?”
“Eğlenceli işte…”
dedi, güldü. Ben de güldüm. Tepsili dergimi aldım, evin yolunu tuttum.

Tek kişilik akşamlarımın, tek kişilik çaylarının, tek kişilik tepsisi de var şimdi. Üstelik çiçekli.

Hâl böyle olunca… Ver elini mutluluk!

30.06.2009

Gün günden öte, gece günden öte

Cumartesi, sabahtan öğleden sonraya

Eskiden cuma günlerini pek severdim. Dinlenebildiğim hafta sonları azınlık olsa da cumartesiler ve pazarlar güzeldi. Son zamanlarda akşam saatlerinde sevimsiz sevimsiz çalan cep telefonum küfeler dolusu işi omuzlarıma yükler oldu.

Cep telefonumu denize atsam, kurtulur muyum?


Cumartesi, akşamdan geceye

Renklipamuklar, “Benimle düğüne gelir misin?”diye sordu. “Hem seni Mehmet ile tanıştırırım.” Evlenen, renklipamuklar’ın eski iş yerinden bir arkadaşıymış. Mehmet ise arkadaşının ağabeyi. Düğüne gittim, Mehmet ile tanıştım.

Beyaz Masallar’daki Mehmet’e benzemiyor.


Düğünde,

Deniz kenarında, açık havada yapılan düğün şenlik havasında geçti. Orkestra Fransızca sözlü mum ışığı müziği ile başladı, Küba müziği ile sürdü. Arada Misket havasına geçildi, bir baktık ki Atabarı çalıyor. İlginçti. Anlam veremedik.

Küba müziğini tercih ederdim.


Rengârenk elbiseler giymiş kadınlar yorulmak nedir bilmeden dans ettiler. Bir ara zayıfça bir adam masamıza geldi. Renklipamuklar’a “Hamama giren terler, düğüne gelen oynar. Niye oynamıyorsunuz?” diye sordu. Şaşırdık. Şaşırmamıza şaşıran adam gitti.

Hamama gitmem, düğünde oynamam.


“Pek gülümsemem” dedim Mehmet’e

Yanımıza yaklaşan Mehmet, “Sizinle hiç ilgilenemedim” dedi. Renklipamuklar ile ikimizi saksı çiçeklerine benzettim o dakika. Herkesin hareket halinde olduğu düğünde kıpırdamayan sadece bizdik.

Renklipamuklar, “Fotoğrafımızı çeksene Mehmet” dedi. Mehmet profesyonel fotoğrafçıymış meğer. “Ama sen hiç gülümsemiyorsun” dedi bana. “Pek gülümsemem” diye cevapladım. Fakat, Mehmet gülümsedi.

Arkadaşı ile karşılaşan renklipamuklar sohbete dalınca Mehmet, “Senin yalnız fotoğrafını çekmek istiyorum” dedi; fotoğraflarımı çekti. Renklipamuklar’ı işaret ederek, “Gönderirsin, ondan alırım” dedim.

Güzel çıktım mı acaba fotoğraflarda?


Kiraz Çiçekleri'nden Katre-i Matem’e

Yasunari Kavabata’nın ‘Kiraz Çiçekleri’ni okuyorken, Şin’içi ve Çieko kiraz çiçeklerinin arasında dolaşıyorken. Bu akşam kitapçıya uğradım. ‘Katre-i Matem’in büyüsüne kapıldım. Ponçik nasıl ki sevgi hırsızı ise ben de bir kitap arsızıyım. Kapağı kırmızı kitap masamın üzerinde…

Ev öyle dağınık öyle dağınıktı ki kitap okuyacak yer kalmamıştı. Gardırobumun üst üsteliğinden utandım ve elimin uzandığı her köşeyi derledim topladım. Sildim, köpürttüm. Ellerim hâlâ çamaşır suyu kokmakta…

Bu saatten sonra kitap okunur mu?

24.06.2009

Boyumdan büyük düşler kurdum, her mevsim

Kendi hâlinde bir bahçeye çiçekler ekerek yaşamak mümkün olabilir miydi? Martıları izlemeye, sakaları dinlemeye zaman ayırarak; komşularla enikonu sohbet ederek, mesela evde kahve bitmişse yarım fincan kahve istemekten çekinmeyerek… Kütüphane dolusu kitaplar okuyarak, sevilen satırlara mürekkeple mim koyarak yaşlanmak ya da.

Sarmaşık güllerin dolandığı kapıda her sabah ayrılırken, her akşam karşılaşırken birbirini önceki günden çok sevebilmek mümkün müydü? Taş köprülerin, gürül gürül akan çeşmelerin, köklü ağaçların, başakların, gelinciklerin arasında bir yerde.

Kızarmış ekmeğin kokusunda, vişne reçelinin tanesinde, limonatanın içinde yüzen nane yapraklarında, karpuz diliminin kırmızısında, peynirin beyazında, zeytinin siyahında…
Dahası?
En katıksız mutluluklarda. Paylaşmaklar, beyaz bir tuvalin renkleri olmaktan çıkabilir miydi?

Yoksa iddiasız yaşamların boyundan büyük düşleri miydi kurulanlar?

21.06.2009

Ortancalar hep ve hâlâ pespembe

Kalmalarımız dağdan kopan çığ büyüklüğünde, gitmelerimiz o dağın arkasında bir yerlerde...

Bir, iki ya da üç,


Kaç gün önce olduğunu anımsayamadığım bir haziran sabahı, kayısı çekirdeklerini kiraz çekirdeklerinin hemen karşısına diktim. Kirazın üzerine üç, kayısının üzerine ise iki çakıl taşı koydum. Filizlerin yerlerini kaybetmemiş olacağım böylelikle.

Şayet yeşerirlerse…


Umutlarımın tozunu alırım, inatla!

Hatırlamak istemediğim bir haziran gecesi, kafenin bahçesindeki tüm masalar boşaldı. Garsonlar masa örtülerini katlayıp, kaldırdılar. Kül tablaları da toplandı. Tek bizim masamızdaki kaldı. Renklipamuklar yine peş peşe sigara yakmakta…

Yalnızca Defne’nin ve renklipamuklar’ın karşısında saklamam ağladığımı. “Bir satranç taşı olmak istiyorum” dedi anlattıklarımı dinleyen renklipamuklar. “Olduğum yerde durayım, üzerimi toz kaplasın.”
“O kadar değil”
dedim yeise bürünmüş kirpiklerimle. “Bana sıkıntı gelir. Madem satranç taşı oldum, en azından üzerimi toz kaplamasın.”

Çoğu zaman güleriz ağlanacak halimize. Öyle yaptık olduğunca.


Haziranda da üşür insan,

Nereye gittiğimizi bilmediğimiz bir haziran akşamı su seslerinin çağladığı parkta bulduk kendimizi. Hava öyle serindi ki sanki nisan. Dut ağacının gölgesindeki masa doluydu. Cam masalı, kabarık minderli geniş koltuklara oturduk. Eğreti hissettik kendimizi. Alışmışız ahşap masalara… Hem İstanbul’da ahşap masaların üzerini nem tutar. Nemi bu kadar bariz hissedemezsin, masa ahşap değilse. Dut ağacını, yükselen kuleleri, uzaklara varan uçakları görebildiğimiz bir ahşap masaya geçtik. İstediğimiz şallarla, içtiğimiz çaylarla bile ısınamadık.


Pazartesiden önceki akşam,

Saksılara yeni çiçekler ektim. Toprağı kurumuş olanlara su verdim. İki yaz önce Tekirdağ’dan getirip, toprağa gelişigüzel attığım akşamsefası açmış. Yeşil iki yapraktan ibaret olsa da şimdilik. Ortancalar hep ve hâlâ pespembe.

Neyse ki renklerini yitirmiyor çiçekler.

19.06.2009

Dut ağacı dutlarını dökerken…

Dingin ve umarsız ‘Peki’ suskunlukları

Bir aralık “Delirebilirim” yazdım renklipamuklar’a. “Tasarladığım bu değildi. Deli bir hayat yaşıyorum.”
“Farkındayım. Aslında herkes aynı... Hem
bugün toplantın yok muydu senin?”
“Var. Öğleden sonra...”

“Peki.”

Yeryüzünde en çok renklipamuklar’a yakışan bir söz: Dingin ve umarsız “Peki”ler. Ve ardından gelen noktalar; suskunluklarımız.


Dünyanın değişmeyen sahnelerinden birinde

Akşam saatlerinde telefonum çaldı, renklipamuklar. “Parkta buluşalım” dedi. Parka gittim. Her zamanki gibi dut ağacının gölgesindeki masaya oturdum. Beklerken ‘Fotoğrafı Sana Gönderdim’in 256’ncı sayfasına vardım. 253’üncü sayfada geçen iki cümle üzerinde düşünmemeye gayret ettim.
“Dünyayı değiştiremedin. Dünyanın tek bir sahnesini, tek bir saniyesini değiştiremedin.”


Pisipisilerimle döner döner, dururdum

Renklipamuklar yeşil bir şala sarınmış, yeşil taşlı küpeler takmış. Tüm güzelliğine karşın yorgun. Bir süre hiç konuşmadık. Küçük bir kız koşarak yanımızdan geçti. Adı Ayşe’ymiş. Ayağında mavi pisipisiler.
“Benim de pisipisilerim vardı. Üstelik beyazdı” dedim.
“Çok güzelmiş” dedi renklipamuklar.

Çocukken balerin olmak isterdim. Pembe bale elbisemi giyer, pisipisilerle parmak uçlarımda yükselir; döner, döner, dururdum.


Dutlar dökülürken...

Esen rüzgâr olgunlaşmış dutları çimene döktü. Yalnızca biri çay bardağımın hemen yanı başına düştü. Mavi pisipisili kız uçarcasına merdivenlerden indi. Arka masadaki kadınlar Türk kahvesi istediler. “Biri orta şekerli olsun” diye tembihlediler. İki köpek kovalamaca oynadı. Onları izledik, olanları izledik.

Bazen güzel olan yalnızca durup izlemek, bir dut ağacının gölgesinde dinlenerek.

18.06.2009

Umut dolu mutlu mektup

Duygu’ya…

El yazısı ile yazılmış bir mektubum ve umut dolu mutlu resimlerim var benim!

Beyaz tuvalde Van Gogh papatyaları

Akşam saatlerinde kapımı çalan mektup renk renk resimler ile birlikte geldi. Bir resimde pembe kartonun üzerine beyaz kağıt yapıştırılmış, beyaz bir tuval elde edilmişti. İri yapraklı üç papatya çizilmişti pembe çerçeveli beyaz tuvale. Tüm papatyaların ortası sarıya boyalıydı. Van Gogh’un ayçiçeklerini çağrıştırıyordu sarısı. Yaprakları ise sarıdan kopmuş maviler, pembeler ve yeşillerdi.

Her gerçeklikte bir hayali kahraman

Bir başka resimde yer, gök, toprak kırmızıydı. Resmin orta yerinde siyah bir çocuk duruyordu. Ayakları yere basmıyordu çocuğun. Gerçek dünyanın hayali kahramanıydı sanki. Siyah bir ev, siyah bir çiçek daha vardı resimde. Evin kapısı kale kapısını andırıyordu. Güneş bile siyahtı. Siyah ışınlar saçıyordu kırmızılığa.

Çiçek tokalı mıdır prensesler?

Bir başka resim ise baharı çağrıştırıyordu. Yeşil elbiseler içinde sarı saçlı bir kız çiçeğe benzer kollarını iki yana açmıştı. Birini özler, sarılmayı bekler gibiydi. Kızın etrafında mor kanatlı bir kelebek gülümseyerek uçuyordu. Kırmızı yeleli sarı bir at duruyordu sayfanın en köşesinde. Kırmızı dağlar yükseliyordu kızın ardında. Kızın saçında çiçekten toka vardı. Belki de bir prensesti. Mesela, Çiçekler Prensesi…
Mektubun içinden minicik beyaz tuvallere yapılmış iki resim daha çıktı. Evler, çiçekler, uçaklar, gülen mutlu çocuklar vardı onlarda da.
Tüm resimleri duvarıma yapıştırdım.
Kitaplığımın yanı başında ‘mutluluk köşesi’ yaptım.

Arkadaşlıklar ve çocukların umut dolu resimleri iyi ki var.
Olmasa... İnanılır mı hiç mutluluğa?

16.06.2009

Göçebe sıkıntılar içinde bir küstüm çiçeği

Parçalı bulutlu sabah,

Elbette, her gün ışıklı olacak değil. Parçalı bulutlu sabahlara da uyanabiliriz. İncecik ekmeğin üzerine çilek reçeli sürüp çay içmeden evden çıkabilirim. Bir haftayı aşkındır gazete okumadığımı aklımdan geçirip gazete bayisinin önünde durmayabilirim. Gülümsemeyebilirim karşıma çıkanlara… Bazen yalnızca “Günaydın” demek yeterli olabilmeli.

Hatta hiç konuşmamak!


Gün başladığı gibi mi biter?

Bir gün parçalı bulutlu başlıyorsa başladığı gibi mi biter? Bulutların iyice grileşip sağanağa dönüşmesi daha güçlü bir olasılık mıdır yoksa? Peki ya güneş...

Çok mu yorgun bulutların arasından ışımak için?


Göçebe sıkıntılar,

Nereden gelip nereye gittiği belli olmayan göçebe sıkıntılar kuşatır bazen içimi. Soluk aldırmayan boğmaca nöbetleri gibidir. Haindir, hoyrattır.

Sanki yalnız kadınlarda daha çok konaklar göçebe sıkıntılar.


Parçalanmış hayatlar gibiyken yufkalar,

JTO'nun blogundaki sigara böreği fotoğrafını görünce “Sigara böreği sarıp kızartsam” dedim. Hem zaman da geçerdi, börekleri sararken. Buzdolabında, vakumlu poşet içinde bekleyen yufkaları dışarı çıkardım. Yoğurtlu sosu ve peyniri hazırladım. Poşeti açar açmaz yufkalar dağıldı, paramparça oldu. Sigara böreği saramadım. Vakumlu poşetlerdeki yufkaları sevmem.

Paramparça bir hayat gibi yarı yolda bırakır insanı…


Yeşermesi beklenen kiraz çekirdekleri,

Kiraz çekirdeklerini toprağa diktim. Bolca su verdim. Belki tutar. ‘Fotoğrafı Sana Gönderiyorum’un 194’üncü sayfasındayım. Bir ömür Selim İleri okuyabilirmişim gibi geliyor. Bunca yıl nasıl fark edememiş, okumamışım?

Okumadığım, bilmediğim, yetişemediğim enginliğin ortasında bir küstüm çiçeğiyim.
Üstelik yalnız.

15.06.2009

Geçip giden 12 saatler...

Işıklı cumartesi sabahı,

Akçaorman’da ılık haziran sabahı…
Çay çiçekli fincanda,
Peynirli poğaça pasta tabağında,
Ponçik mermer masanın üzerinde.

Ponçik ile birlikte rüzgârın kıpırdattığı yaprakların hışırtısını dinledik. Bir serçe ailesi karşı apartmanın panjuruna yuva yapmış. Buldukları çer çöpü beşinci kata taşıyıp duruyorlar. Arada Ponçik’e sesleniyorlar.

Ponçik ile serçe ailesinin telaşını izledik.


Akçaorman’a hoş geldin, biberiye

İki gündür duvara dayalı halde bekleyen biberiye fidesini şimşir ağacının yanına diktim. Toprağını çapaladım. Bayılıyorum biberiyenin ince yapraklarına. Çok seviyorum toprağın ıslak kokusunu.

Bahçe makası ile kurumuş gülleri kestim. Pembe gülün dikeni sol elime battı.

Nasıl da acıtıyor.


Gözlerimde cam kesikleri

Hafta sonunu film izleyerek, kitap okuyarak geçirme düşüncem cuma akşamı telefonumun çalması ile rafa kalktı. Ah, bu ivedilikler… Cumartesi gecesi saat üçe yaklaşırken gözlerimde oluşan cam kesikleri. Klavyede harflerin yerini bulamamalarım. Cümlelerin yerini değiştirmekten yılmalarım.

Ah, bu kelime cambazlıklarım…


Kırmızı kurdeleler, beyaz havlular

İstanbul’un eski semtlerinden birindeyken, bugün. Davul-zurna seslerini duyunca pencereden baktım. Dizilmiş arabalar, arabaların aynalarına bağlanmış kırmızı kurdeleler, beyaz havlular… Gelin evin kapısında görününceye dek susmadı davul-zurna sesleri. Anlaşılmaz olan damattı. Bir erkek sevdiği kadına evlendiği gün arabanın kapısını açmazsa… Beklemez, kalabalığın ortasında bırakıp giderse… Bilmem ki nasıl bir birliktelik olur bu?

Bir gün olursa… Elimi hiç bırakmamalı.


Kelimeler, kelimelerim...

Üç buçuk su bardağı soğuk süt ile pişiyor bir paket hazır keşkül. Pişirmesi en fazla 20 dakika sürüyor. Küçük kaplara boşalttığım keşküllerin üzerini hindistan cevizi ile süsledim. Film izleyebilirdim. Kitabımı okumayı sürdürebilirdim.

Bunca yılgınlığa, bıkkınlığa karşın yine kelimelerle paylaştım ömrümden geçip giden 12 saatleri.

12.06.2009

Beyaz Masallar ve küsmeyen sardunyalar

Bu gece,

Masamın üzerinde duran dev kupayı deviriverdim. Neyse ki içinde su yokmuş. Olsaydı bilgisayarım, cep telefonlarım, ticket fişleri, kartvizitlerim batacaktı. Delirir miydim?

Büyük olasılıkla.


Oldukça,

Hafiye gibi Beyaz Masallarımı izleyen renklipamuklar durumdan memnuniyetsiz. Her fırsatta “İnci birdenbire aşık oldu Mehmet’e” diye söylenip duruyor.
“Aşık olmadı, etkilendi sadece” desem de ikna olmuyor.
Israr ediyor:
“İnci daha ketum olmalıydı.”
“Şekerim, ketum olup ne yapacak?” diyorum.
Bozuk plak gibi tekrarlıyor:
“Tasarladığım gibi bir kadın hiç değilmiş. Bir kadeh rakı içti, çözüldü. Ketum olacaktı, ketum!”
“Ketum olmaktan hangi kadın ne fayda görmüş şu dünyada?” diye soruyorum.
“Halimiz ortada!”

Renklipamuklar’ı ikna etmek mümkün değil.

İnci ketum olmalıymış!


Bu akşam,

Beşiktaş’a gittik. Çay içtik, yoldan geçenleri izledik. Kızların saçlarındaki tokalara baktık. Şekersiz çayıma limon attım. Renklipamuklar tek şekerli içiyor çayı. Sigara yaktı peş peşe. Bayağı oldu, bıraktım sigarayı…
“Mutsuz görünüyorsun” dedi.
“Bilmem, belki yorgunluktur” dedim.
“Mutsuzluk gibi” dedi.

Bilemedim.


Alıntı,

Geçenlerde renklipamuklar kitap hediye almıştı bana. “Mutlu ol diye…” demişti hediyeyi verirken. Dün gece ikiye kadar kitap okudum yatağımda.

“Oysa kız çocuğunu Büyükada’daki köşkte adım adım izliyorum. Resmin yeni kelebeğini, yeni tırtılını büyülenmişçesine gözetliyor. Kelebek kanadındaki renklere… yağlıboya renklerin kelebek kanadına dönüşüvermesine şaşıyor, içinden, sessizce, bir mucize. Resimlerin sonradan kelebeklerini, tırtıllarını, yaşadıkça unutmayacak. İskelede, sevdiği adamı yitirmişken, kelebeklerden, tırtıllardan yardımlar, imdada yetişmeler umacak. Sanat eserinin bitmemişliğini…” derken kitabın 56’ncı sayfası*.

Hep yarım kalmışlıklara…


Genelde,

Yarım kalmışlıklarım daha çok sonbaharda gelir aklıma. Okuduğum kitaptan ya da göz açıp kapayıncaya kadar geçen haftalardan olmalı aklımdan hiç çıkmaması. Mevsim haziranken... İçinde haziran olan ne çok şiir yazılmış.

Penceremin önündeki sardunya koyu pembe çiçek açmış. Önceki yıllar kıştan korurdum sardunyalarımı. Bu kış kendi hallerine bıraktımdı. Demek bana küsmemişler.

Ben olsam küserdim.


* Selim İleri
“Fotoğrafı Sana Gönderiyorum”

10.06.2009

Denizin mavisinde bir çakıl taşı kıpırtısı

Yatağında uyanmamak; evinden, şehrinden kaçıp bir kıyı köyüne sığınmak bir kadının hayatında neyi değiştirebilir ki? Tek bir çakıl taşını olsun kıpırdatabilir mi yerinden?

Gece, sanki asırlar öncesinde kaldı. Mehmet de asırlar öncesinde. Korkunç bulantı aynı yerde. Şiddetli baş ağrısı uyanır uyanmaz yerleşti gözlerime.

Mehmet.
Geceyi örten bakışları…

Çekili perdelerin ardında bir kıpırtı; sahipsiz. Denizden esen sabah rüzgârı belki de. Dalları pencereye uzanan gül ağacına estiyse.

Mehmet.
Kirpiklerinin gölgesi yüzümde…

Onu değil, yakamozu izleyerek buldum yolumu. Yabani bir kuşun çığlığını duyunca yetişmeye çalıştım adımlarına. Köpekler ulurken belli belirsiz yaklaştım. Ya anladıysa korktuğumu… Eve yaklaşır yaklaşmaz uzaklaştım gerçi.

Mehmet.
Kolumdaki ince sızı ile birlikte…

Anahtarımı aradım, bulamadım. Buldu. Ahşap ve eski kapı gıcırdayarak açıldı. “Hoşça kal” derken gül ağacının dalları kolumu çizdi. İnce kesikler bırakır gül dikenleri… Sordu:
“Canın acıdı mı?”
Bir yanıt vermiş olmalıyım. Hatırımda değil.

Kapıyı kilitledim. Emin oldu kapıyı kilitlediğime… Öyle gitti küçük bahçeden. Gülkurusuna boyalı evden öyle uzaklaştı. Kolumda dikenlerinin izini bırakan gül ağacından gül kopardı giderken.


Ege Denizi’nin maviliğinden kopan bir dalga ile bir çakıl taşı kıpırdadı ansızın.
Haberim yok.

8.06.2009

Kurumuş çiçeklerin saklısında…

“Merhaba” dedim. Kısacık kesilmiş saçları ıslaktı.
“Anlaşılan yalnız başlayan tatil yalnız sürüyor” dedi.
“Öyle planlandığı için…”
“Bu akşam sana katılmam planına zarar verir mi?”

Aslında ahşap iskeleden denizi izlerken, kumsalda yürürken, çay bahçesinin önünden geçerken onu düşünmüştüm. “Zarar vermez” demekle yetindim. Karşımdaki sandalyeye oturdu. Baharat kokulu keskin bir parfüm sürmüştü. Parfümünün kokusu başımı döndürdü.

“Hakikaten kötü bir seçim” diye konuştu. “Sardalyaları hayal kırıklığına uğrattın ama asıl yakamozu ne yapacağız?”
Denize baktım. Sordum:
“Yakamoz niye hayal kırıklığına uğradı?”
Ayakkabımın içine kum tanecikleri dolduğunda güldüğü gibi güldü.
“Yakamoz rakı kadehini sever. Ondan…”
“Bunu bir tek sana söylemiş olmalı” dedim. Göz kırptı.
“Yakamozlu geceleri bana soracaksın, ben de sana anlatacağım.”
“Hiç kimseye hiçbir şey sormam ben” derken gözlerimi kaçırdım.

Duraksadı galiba.

“Hep böyle misin?” diye sordu.
“Nasıl?”
“Zırhın hep üstünde midir?”

Duraksadım galiba.


Masaya gelen kadehleri doldurdu, birini bana uzattı. Rakı içtiğim zaman midem bulanır, beter olurum. Aslında içmesem…

Kadehini kaldırdı, bekledi. Eşlik ettim. İnce uzun bardaklar birbirine çarparken,
“Zırh kuşanmış kadınlara!” dedi. Geceye saklanmış yıldızlardan biri kaydı, göz bebeklerime düştü.
“Çok iyi insanlar” dedim telaş içinde. Gözlerime baktı ve galiba gördü. Orada alev alev yanan yıldızı gördü. “İhsan Amca ile Hatice Teyze, gerçekten çok iyi insanlarmış” diye sürdürdüm konuşmamı.
“Biliyorum” dedi. “Bu yüzden oradasın.”
“Neden bana yardım ettin? Tanımıyordun, adımı bile bilmiyordun.”
“Sen de beni tanımıyordun.”


Deniz, yakamozun pırıltıları, masanın üstündekiler, çardaktan sarkan asma yaprakları sanki yerinde kıpırdandı.
“Belirtmeliyim ki kısa süreli ve kesinlikle yalnız bir tatil yapmak için buradayım” dedim. “Gayet yorucu bir hayatın içinden geliyorum ve daha fazla yorulamam.”
“Seni yoruyor muyum?”

Rüzgâr saçlarımı dağıttı.
Saçlarımı düzeltmeye uğraşırken…
O hâlâ içiyorken…

Anlatmaya başladım.

“Hayatımda ilk kez her şeyi oluruna bıraktım. Cep telefonum kapalı, bilgisayarım yanımda değil. Kimse nerede olduğumu bilmiyor.”
Kadehin sonuna yaklaştım.
“İznim sadece bir hafta ama İstanbul’a bir daha hiç dönmeyecekmiş gibi davranıyorum”. Boş kadehi masaya bıraktım. “Dayanılmaz olan ne biliyor musun? Hiçbir şey benim sandığım gibi değildi.”

Mehmet sönmemiş sigarasına yenisini ekledi.
“Fazla sorguluyorsun” dedi. “Hayata bu kadar yüklenmesen…”
“Yaşamak böyle bir şey Mehmet”
dedim. “Birilerini, bir şeyleri yüklenerek...”
“Ve, arada soluklanarak. Başkalarının bize ait olan bir şeyleri yüklenmesine izin vererek…”
Denizin yakamoz düşmüş tarafına çevirdi gözlerini. Işıksızdı gözleri.


Bir süre sustuk.


“Senden önce bira içmiştim. Şimdi de bu…” dedim.
Sordu:
“Gitmek ister misin?”
“Gitmeliyim.”

Sigarasını söndürdü. Sarışın garsonun yüzü geldi geçti, ayağa kalktım.
“Yolu biliyorum” dedim. Mehmet ne uzak ne yakın.
“Sen rahatına bak” dediğimi hatırlıyorum.
“Alışkınım” dediğimi…
Bir ara üşüdüğümü, korkunç bulantının şiddetlendiğini…
Yabani bir kuşun kesik çığlığını, köpek ulumalarını...
Yolun bitmek bilmediğini hatırlıyorum.

Gece olunca gülkurusuna boyalı ev rengini yitirmiş.
Güllerin tarçınımsı, sardunyaların mayhoş kokusu.
Küçük bahçedeki güllerden kopardığımı hatırlıyorum.

Hatırlamadığım Mehmet’e sorduğum soru:
“Kadınlar neden kitaplarının arasında kurumuş çiçekler saklarlar?”

3.06.2009

Bir zeytin tanesi dalından düşerken...

“Güzel günler göreceğiz, güneşli günler” demişti ya şair. Ege’de yaşayacağımız güneşli günlere ve Masal Sevgili’ye yazıldı bu masal.

Kurumuş gülü okumadığım kitaplarımdan birinin arasına sakladım. Okumadığım bir kitabın…

Olur ya yine Mehmet ile karşılaşırız.
Olur ya kitabımı okuyorken.
Arasından düşüverir kurumuş gül.

Tek kapılı eski gardıroba eşyalarımı yerleştirdim. Uzun sürmedi. Boş odada bavuluma yer aradım, bulamadım. Ahşap masanın altına gizledim. Yatağa uzandım, kitabımdan birkaç sayfa okudum. Beyaz badanalı aydınlık duvarlarda gezdirdim gözlerimi. Neden sonra aynaya bakmak geldi aklıma… Burnumun üstü güneşten kızarmış, yanaklarım pembeleşmişti. Bir haftaya kalmaz buğdaya dönerdi tenim. Sararırdı saçlarımın uçları…

Bir ayçiçeğine benzetirim kendimi böyle olduğumda.


Küçücük banyoda ne küvet vardı, ne kabin. Su önce soğuk aktı, ardından ısınıverdi. Ege’de musluklardan akan su kireçlidir. Kendine özgü tadında tuz, kokusunda toprak vardır. İlk birkaç gün sertleştirir saçlarımı, kazık gibi yapar. Alışınca ipek gibi olur.

Beyaz sabun kokulu çarşaflara uzandım. Ürperdim, pembe pikeyi üzerime çektim. Uyumuşum.

Kapının çalması ile uyandım. İhsan Amca gelmiş, yanında tombul, güleç yaşlıca bir kadın.
“Hatice Teyzen yemek getiriverdi” dedi.
Yanakları al al, gözleri pırıl pırıl Hatice Teyze “Tarhanayı, zeytini elceğizlerimle yapıverdiydim kızım” diyerek kınalı elleri ile koluma dokundu. “Pek zayıfmışsın sen. Buranın havası hastalara bile iyi gelir. Birkaç güne kalmaz toparlayıverirsin” dedi.
Gülümsedim.
“Çok teşekkür ederim, zahmet ettiniz. Dışarıda yerdim bir şeyler.”
Hatice Teyze gümbürdedi:
“Olur mu hiç? Mehmet’in emanetiymişsin ya bize.”

Gülümsemem yüzümde dondu, kaldı.

Beni hiç tanımayan Mehmet tarafından yüzümü ilk kez gören bu insanlara emanet edilmiştim. Tepsiyi aldım. İçimden Hatice Teyze’nin al yanaklarını, İhsan Amca’nın ellerini öpmek geçti. Mehmet’i bulup boynuna sarılmak geçti. Ama ben... Pek belli etmem hissettiklerimi.
“Bir ihtiyacın olursa üst kata sesleniverirsin kızım” dedi İhsan Amca.
Gittiler.

Köy ekmeği, tarhana çorbası, zeytinyağında yüzen yeşil zeytin, körpecik börülce nefisti. Kırıntı kalmayıncaya kadar hepsini yedim. Kısacık, sarı elbisemi giydim. Saçlarımı küçük bir topuz yaptım. Kumsalda yürüdüm, ahşap iskelede oturdum, ayaklarımı denize soktum. Her şey güzel ve dingin.

Turuncuya boyanan gökyüzünün rengi kırmızıya yaklaştı. Maviye karıştı. Gün battı, hava serinledi. Kalın bir şeyler giyip köye doğru yürüdüm. Çay bahçesinin önünden geçtim. Oturduğumuz masada iki erkek konuşmakta... Gözlerim karşı kıyıya takıldı.

Köyde, renkli ampuller ile aydınlatılmış küçük bir balık lokantası vardı. Yemek yiyenlerin çoğu erkekti. En tenhadaki masaya geçtim. Orta yaşlı sarışın bir adam yaklaştı:
“Hoş geldiniz” dedi. “Size ne ikram edelim?”
“Taze balık”
dedim. “En tazesinden…”
“Hepsi taze. Deniz şurası”
derken gülümsedi.
Öyle ya Ege’deydim. Ve dalgalar neredeyse küçük seti aşıp pabuçlarıma varacaktı.
“İyi kızarmış sardalya istiyorum o zaman. Yanında bira lütfen.”

Balık çıtır çıtırdı.
Denize vuran ışıklar dalga dalga.
Dalgalar uzak uzak.
Esen ılık rüzgâr dağlarda açan kekiklerin kokusunu kıyıya taşıdı.
Bir zeytin tanesi dalından koptu, gün boyu ısınmış toprağa düştü.


“Sardalyanın yanında rakı daha iyi gider” diyen biri...
Bulutlu bakışlarıyla... Mehmet karşımda.

30.05.2009

Ege’de yorgun ve yalnız bir dalgaydım

“Öyleyse bir konuda anlaşalım” dedi. “Bavulun benim için yük değil. Fırsat buldukça çekiştirmeye bir son ver, olur mu?”
“Olmaz”
dedim. “Yükümü, bavulumu kendim taşırsam daha rahat ederim.”
“Her konuda bu kadar kararlı mısındır?”
“Çoğu zaman.”

Derin bir nefes aldı. “Senin için hayat hayli zor olmalı” dedi.

Haklıydı. Benim için hayat hiçbir zaman kolay olmamıştı ve bu saatten sonra kolaylaşmasını beklemek gibi bir derdim yoktu.


Balıkçı barakalarını işaret etti. “Burada alıştığın tarzda pansiyon bulmakta zorlanabilirsin. Köylülerin evleri iki-üç katlı ve yaz aylarında katları kiraya veriyorlar.”
“Ev sessiz ve denize yakın bir yerdeyse olabilir.”

Bir şey söylemedi.

Barakaların önüne ağlar serilmişti. Güneşte kurumuş ağlardan keskin bir koku yükseliyordu. Biraz yosun, biraz tuz kokuyordu hava. Küçük sinekler havalanıyor, yüzüme koluma yapışıyordu. Sineklerden kurtulmaya çalışırken ayağım ağlardan birine takıldı. Düşüyordum ki… Elimden tuttu.

Unutmuşum, düşmek üzereyken bir elin uzanmasını…

“Dikkat et” dedi. Bir şey söylemem, en azından teşekkür etmem gerekirdi.

Yapamadım.


Midye kabuklarını ezerek kumsalda yürümeye başladık. Güneş tepeye doğru yükselmeye başlamıştı. Ayakkabımın içine kum taneleri doldu, doldukça yürümem güçleşti.
“Daha çok var mı?” diye sordum.
“Yoruldun mu?”
“Yorulmak değil de ayakkabılarla rahat yürüyemiyorum” diye cevapladım.
“Çıkar ayakkabılarını…” dedikten sonra durdu ve bekledi. Ayakkabılarımın bağcıklarını çözdüm, kum yakıcıydı. Ayağımı basar basmaz hissettiğim sıcaklıkla zıpladım ve denize koştum. Güldü. Katıla katıla güldü. Gülerken sordu:
“Senin burada işin ne? Her şey dahil otellerden birine gitsen daha rahat etmez miydin?”

Uykusuz, yorgun ve tanımadığım bir köyde yalnızdım. Başımı sokacak bir çatım olmamakla birlikte İstanbul’a geri dönüş biletim de yoktu. Üstelik her hareketime şaşıran biri karşımda gülüp duruyordu. Dalgaların serinliğini hissedince rahatladım. Sonra yengeçleri gördüm ve karşımdakinin sinir bozucu gülmelerini unutuverdim. Şeytanminareleri ile oradan oraya gezinip duruyorlardı.

Yengeçleri izlemeyi çok özlemişim.

“Şu iskele var ya… Koyun en sakin yeridir. Oraya bırakacağım seni” dedi.

Ahşap, eğri büğrü iskelenin uzandığı deniz daha çok bir gölü andırıyordu. Suyun dibindeki taşlar, kumda iz bırakan balıklar açık seçik ortadaydı. Büyülendim.
“Harika bir yer” diye bağırdım. “Burada bir ömür yaşabilirim!”

Bu defaki gülümsemesi belli belirsizdi.

İskelenin arkasındaki iki katlı eve doğru yürüdü. Gülkurusu boyalı, pencerelerinin önü kırmızı sardunyalarla dolu küçücük bir evdi. Sardunya ve pembeli beyazlı güllerle çevrilmiş küçük bir bahçesi vardı. Evin eski kapısını çaldı. Biraz sonra yaşlı bir yüz göründü. Yaşlı adam mevsime göre kalın giysiler giymişti. Üşüyor olmalıydı. Coşkulu sesler yükseldi. Konuşmalarının bitmesini beklerken kaya balıklarını saymaya çalıştım. Çoktu, sayamadım. İşaret edince, yanlarına gittim. Nedense sabah sabah kapısını çaldığımız yaşlı adamdan çekindim.
Ancak “Merhaba” diyebildim. Sıcakkanlı biriydi.
“Hoş geldin kızım. Hatice Teyzen bu hafta temizleyiverdiydi yatağı döşeği. İçine doğmuş geleceğiniz…” diyerek içeri gitti. Büyükçe demir bir anahtarla geri döndü. Anahtarı ona verdi, o da bana uzattı. Küçücük evi, çiçekli bahçeyi o kadar sevmiştim ki anahtarı geri isterler korkusuyla sıkıca tuttum avuç içimde.

Evin ahşap kapısı gıcırtıyla açıldı. Odanın içi beyaz sabun kokuyordu. En sevdiğim mutlu koku… Anneannemin sandık kokusu.

Odada ahşap bir masa, dört ahşap sandalyeden başka eskice bir gardırop duruyordu. Mutfak kutu kadardı.
“Sıcak su var mı?” diye sordum yaşlı adama.
“Güneş ısıtmalı bizim evler” diye cevapladı. O ise kapının girişinde bekliyordu.
“İhsan Amca, misafirimiz buranın yabancısı. Hatice Teyze ile sana emanet” dedikten sonra…

Gidiyor muydu?

Ardından yetiştim. Henüz bahçeden çıkmamıştı. Pembeli beyazlı güllerin arasındaydı. Gülümsedim. Kurumuş güllerden birini kopardı, attı.
“Çok teşekkür ederim” dedim.
“Burada rahat edersin” dedi.
“Rahat edeceğime eminim.”
“Hadi hoşça kal”.


“Nereye gideceksin?” diye sormak isterdim. İsterdim ama bugüne dek giden kimseye “Nereye?” sorusunu sormamış, soramamıştım.

“İnci” dedim arkasından. “Adım İnci.” Durdu.
“Mehmet” dedikten sonra… Ezilen midye kabuklarının çıtırtısını duydum. Ahşap iskelenin ayağına bir dalga dolaştı. Ege’de yorgun ve yalnız bir dalga… Kendi kadar yorgun ahşap iskeleyi bırakmak istemediğini hissettim. Koparıp attığı kurumuş gülü aldım. Toprağın ıslaklığı ile nemlenmişti.

Oldum olası kitaplarımın arasında çiçekler kuruturdum.

28.05.2009

Henüz adını bilmiyorken…

“Çay karanfil kokuyor” dedim. Bakışları karşı kıyıdan uzaklaştı, yüzüme bakmadan “Hasan Ağabey demlerken çayın içine karanfil atar” dedi. Sanki, gözleri karşı kıyıda dolaştıktan sonra bir kadının yüzüne bakabilmek olanaksızdı onun için. Bakışları masa örtüsünün desenlerinde, çay kaşığının kabartmalarında gezindi.

Konuşmadı bir süre.


Mevsim sıcaklığını hissettirmeye başlamıştı. Bavulumun fermuarını açtım ve panikledim. Bu kadar az öteberiyle nasıl idare edecektim? Güneş losyonumun kapağını açtım. Sordu:
“Ne yapıyorsun öyle?”
“Güneş losyonu sürüyorum” dedim. Bakışlarındaki hayreti sezince açıkladım:
“Bunları kullanmadan Güneş’te fazla kalamam da...”
“Bir bardak çay daha içelim mi?”

“İçelim” diyemezdim. Bu cevap fazlasıyla iki kişilik olurdu. Tek kişiydim oldum olası…
“İçebilirim” diyerek cevapladım. Bu imayı anladı mı? Belki fark etmedi bile…


Karanfil kokulu çay çok güzeldi. Genç garsonun gözleri ışıl ışıldı. Deniz masmaviydi. Karşı kıyı… Karşı kıyı ise muammaydı. Sordum:
“Karşısı neresi?”
“Bilmem. Uzak bir yer işte...”
Kot pantolonunun cebinden çıkardığı bozuklukları masaya bıraktı.
“Bozuk paran yoksa…” dedim. Vardı ve masanın üzerindeydi bozukluklar.
“Gördüğün gibi var” dedi. Sinirlendi mi biraz?
“İçtiğim en güzel çaydı” dedim, duymazdan geldi.

Bavulları yüklendiği gibi yürümeye başladı.
“Pansiyon sormuştun. Kalacağın yerde lüks ve konfor arıyorsan buralarda bulamazsın.”
Yüzümden sıcak bir dalga geçti.
“Lüks ve konfor peşinde koşsam bir köye gelmezdim herhalde!” dedikten sonra durdum. Yürüsem de adımlarına yetişmem mümkün değildi zaten. Onu izlemediğimi görünce yürümeyi bıraktı.
“Güzel. Öyleyse çadır ayarlayalım sana.”
Yanına gittim, bavulumu çektim, aldım.
“Başımın çaresine bakabilirim.”


Yanından uzaklaştım. Bir yabancı olsa da bir erkeğin yanından uzaklaşırken dönüp bakmamak gerektiğini bilirim. Bilirim, fakat...

Keşke orada öylece durmasaydı. Aksi yöne doğru yürümeye başlasaydı. Bir kayığa atladığı gibi denize açılsaydı. Ne bileyim, bir şeyler yapsaydı ama orada öylece bakmasaydı.

Geri döndüm.

İçimi, dışımı kırık döküklük sardı. Henüz adını bilmiyorken…
“Daha önce karanfil kokulu çay hiç içmemiştim” dedim.

26.05.2009

Yalnızca sessiz bir yolcu değildi artık

“Bavulum ağır değil” dedim.
Tanıdık simalar arayan kayıp bir çocuk telaşıyla yüzümde ifade aradı. Bulamazdı ki. Çok önce öğrenmiştim, eğer yüreğimle birlikte çarpan bir şeyler olursa... Onları yalnızca yüreğimde yaşamayı, yalnızca yüreğimde gizlemeyi.

Sırt çantasından başka büyükçe bir spor çantası daha vardı. Yükünü sırtladı ve yürürken güneşin kavurduğu topraktan toz kalktı. Ardından seslendim:
“Buralarda bildiğiniz bir pansiyon var mı?”

Durdu. Gülümsedi mi? Yok, gülümsemedi. Bana öyle gelmiş olmalı. “Biraz yürümek zorundasın” derken, küçük bavulumu elimden almıştı bile.


Karşımızda uzanan yol çiçekler içindeydi.

Mor dikenler, sarı papatyalar, mine çiçekleri… Katırtırnaklarının kokusu sıcak havada içilen ılık bir şerbet gibiydi. Arnavut kaldırımı yolda ilerlerken İstanbul sokakları aklıma düştü. İhtimal, gözlerim ıslanabilirdi ki Ege’nin sesini duydum. Uzak adaların kıyılarına varıp, geri dönen dalgaların sesini. Tek katlı dükkânların, balıkçı kabinlerinin ardında olmalıydı tekneler, gümüş balıkları, denizkestaneleri…


Katırtırnaklarının baygın kokusundan kurtulup, yosun dolu tuzlu kokuyu içime çekmek istedim. Ah, bu mavi… Deniz ile gökyüzünün kusursuz birlikteliği. İşte, birazdan kavuşacağız.
“Orada daha ne kadar beklemeyi düşünüyorsun?”
Tamamen aklımdan çıkmıştı. Onu unutmuş, düşüncelere dalmıştım. Balık ağlarının yanında durmuş, bakıyordu. Yanına koştum, geri almak için bavulumu çekiştirdim; bırakmadı.
“Ama yoruldunuz...” dedim. Duymazdan geldi,
“Burada Hasan Ağabey’in çay bahçesi var. Çayı nefistir” dedi.

Bavulumu çekiştirmekten vazgeçtim.


Çay bahçesi tenhaydı, denizin yanı başındaydı. Birkaç adım sonrası kumdu, denizdi. Ahşap masalara rengârenk örtüler serilmiş, her masaya bir saksı çiçeği konmuştu. Denize en yakın olanına geçtim.

En uzağımdaki sandalyeye oturdu.


Ege’deki küçük çay bahçelerinde masaya önce su getirilir. Cam sürahileri buğulandıran su, dağ suyudur. Tadı… Dağlarda açan bitkilerin ıtır kokusu işlemiştir tadına. Buz gibi sudan bardak dolusu içtim. Beni izledi mi? Yok, hayır izlemedi. Bana öyle gelmiş olmalı.


Masamızda, iki bardak çay. Tek şeker attı çayına, sanki bile bile biraz gürültülü karıştırdı şekeri. Karşı kıyıya bakıyordu. Gözlerimi yüzünde gezdirdim.

Gecenin sönük ışığında, yüzündeki derin çizgileri gizleyen sessiz bir yolcu değildi artık.

22.05.2009

Masal Sevgili gitmemiş, karşımızda uzanan yol çiçekler içindeymiş

Otobüste kalan yolcu sayısı bir elin parmağı kadar. Yanımdaki sessiz yolcu da inmedi henüz. Günün ağarması ile birlikte kitap okumayı bıraktı ve ikinci kez konuştu:
“Kahve lütfen, şekersiz ve sütsüz.”


Bir önceki konuşma ikimiz arasında geçmişti. Otobüsün mola verdiği bir terminalde sigara uzatmıştı.
“Bıraktım” demiştim.
“Ben de bırakacağım. Yakında…” Ardından en uzağımdaki masaya oturmuştu.


Kahvesini içerken zeytin ağaçlarını, ağaçların arasına serpilmiş keçileri izlemeye koyuldu. Uzaklaştıkça İstanbul’u özlemeye başlamıştım. Sanki yeryüzündeki herkes her an birinin, bir şeylerin özlemini çekerek yaşıyor gibiydi. Yanımdaki sessiz yolcu da bir şeyleri özlüyor olmalıydı. Fakat belli etmiyordu özlediği birileri, bir şeyler varsa da.


Kış aylarında altından gürül gürül yağmur sularının aktığı köprülerden geçerken otobüs sarsıldı. Köprülere vardığımıza göre kıyı yakınlardaydı. Ege’de denize yakın yerlere köprüler kurulur. Bunu bilecek kadar tanırım Ege’yi…


Otobüs otobandan toprak bir yola saptı. Zeytin ağaçları çoğalmıştı. Bir zaman sonra küçük bir garajda durdu. Yolculuk sona ermişti. Kitabımı, hırkamı derledim topladım; saçlarımı düzelttim.


Kalan yolcu sayısı bir elin parmağı kadardı. Küçük bavuluma kavuşmam kısa sürdü. Ağır değildi. İçinde iki-üç blue jean, birkaç bluz ve kitapla, makyaj malzemelerim vardı. Çoktan gittiğini sanmıştım. Meğer gitmemiş. Sordu:
“Yardımcı olmamı ister misin?”


Esen rüzgârla deniz kenarına vuran yosunların kokusu duyuldu. Karşımızda uzanan yol çiçekler içindeydi.

20.05.2009

Deniz kenarında sakin bir yere gidiş; dönmeyiş

Küçük bir bavulum var. İki-üç blue jean, birkaç bluz ve kitapla, makyaj malzemelerimi alacak genişlikte. Ütüsüz olmasına aldırış etmeksizin elime geçenleri doldursam bavula. Taksi durağının ezberlenmiş numarasını çevirmesem, yoldan geçenlerden birini durdursam. Ön kapısında bir durak adının yazılı olup olmadığı aklımın ucundan bile geçmese.

Otogarda, “Deniz kenarında sakin bir yere…” desem bilet satan adama.


Gideceği yeri bilmediğim, bilmekten öte umursamadığım bir şehirlerarası otobüsün yalnız yolcusu olsam. Başımı yaslasam cama, şehrin ışıkları yansımış olsa. Yüzüm de, gözlerime yerleşen yorgunluk da… Yanımdaki koltuk boş olsa.


İstanbul sınırlarından çıkmak üzereyken otobüs dursa. Otobüsü durduran son yolcu, yanımdaki boş koltuğun sahibi olsa. Hiç konuşmasa, “Merhaba” bile demese bana. Okumaya başladığı kitabın sayfalarını sessizce çevirse. İstanbul'dan uzaklaştıkça ağlamak istesem, ağlayamasam. Paylaşmak istesem biriken gözyaşlarımın onca nedenini... O dakika fark etsem yanımdaki sessiz yolcunun kitap okumayı bıraktığını, hissetsem ardımızda kalan İstanbul’u şimdiden özlediğini.

Anlasam ki o Masal Sevgili.

Deniz kenarında sakin bir yere doğru yol almayı sürdürse otobüs.