31.07.2010

Bin ömür yalnız yaşayabilirim

Pazartesiden cumaya, yani bugüne kadar ofiste yalnızdım. Dergilerin bitmesi ile birlikte, fırsattan istifade eden herkes bir kıyıya attı kendini. Tek kaldım, gitmedim bir yerlere. Yazın bitmesine daha çok var nasılsa…

Pek kimseye söylememiştim, buraya da yazmamıştım. Yaklaşık bir ay önce zehirlenmiştim. Hastanede kalmıştım, serum bağlanmış ve pek çok tahlil yapılmıştı. Demir değerlerim öyle düşük çıkmıştı ki birbirinden ürkünç senaryolarla tüm tahlillerin tamamlanması bir haftayı bulmuştu. Vejeteryan olduğum için vücudumda demirin d’si bile kalmamış. O gün bugündür çok ciddi bir tedavi altındayım. Haftaya yeniden tahlil yaptıracağım. Biraz da bu nedenle, yaşadığım çalkantılarla rolantiye aldım hayatımı.

Gülben Ergen konserine gitmedim, renklipamuklar üzüldü biraz. Eşlik edecek bir başkasını buldu nihayetinde. Evde kalıp, kitap okudum. Ponçik’in de keyfi yok pek. Yine tüy döküyor, tüm benekleri düştü zavallının. Kel tavuklara benzedi. Çoğunlukla tek başına kalmayı tercih edip, bir şeyler okuyorum. Ofiste de aynı… Arada arkadaşlar uğruyor, çay-kahve içiyoruz laflıyoruz. Sonra yine yalnızlığıma çekiliyorum.

Farkındayım ki değil bir ömür, bin ömür yalnızlığımda yaşayabilirim. Yıllar sonra karşılaştığım kişiler bile aynı soruyu sormaya başladılar bana:
“Neden evlenmiyorsun?”
Cevaplarım değişiyor. Kimi zaman kendimce mantıklı açıklamalarımı sıralıyorum kimi zaman ise geçiştiriyorum. Fakat çok sıkıldım bundan. Kimseye hiçbir şey anlatmak zorunda değilim ki… Hayatımdaki erkeğin adını bilmek zorunda değiller. Ya da varlığını… Ya da yokluğunu… Geçenlerde tuhaf bir soru daha geldi: “İlişkin istikrarlı mı?”
“Bu çok fazla” dedim. “Yani istikrar… Günümüz koşullarında sadece özel hayatta değil, iş hayatında, arkadaşlıklarda istikrar zor bulunabilen bir şey. Hayır, istikrarlı bir ilişkim yok” dedim. “Sanırım başka başka asırlarda yaşıyoruz sizinle. Birbirimizin yüzyılını anlamamız mümkün değil” demek istemiştim esasında.

Holly “Kulak asma” dedi. 12 yıllık bir beraberliğin ardından evlendi. “Kurtuldum mu sanıyorsun? Şimdi de ne zaman doğuracağımı soruyorlar!”
Hayatım boyunca kimseye soru sormadım. Röportajlarım dışında, asla. Röportajlarımda bile sorularımı öncesinden paylaşır, karşımdakini nelerin beklediğini bilmesini isterim. Kız arkadaşlarıma sormam, sevgilime bile sormam. Sevgilimle konuşurken telefonun ucunda bir kadın sesi duyarım, sormam. “Yanındaki kim?” demem.

Terk ederim.

Bu akşamı da kendi kendime kalarak geçirmek istedim. Bu sıra makarna ve patates kızartmasına sardım. Üç tane patates kalmış evde, bir tane de domates. Bir kabak ve dolma olamayan dolmalık biberlerle birlikte tümünü kızarttım. Kontrolsüzce yedim, yedim. Annemden bisküvi pastası yapmasını istemiştim, yapmış. Üç dilim de pasta yedim. Şu an huzursuzum, kilo almaktan korkuyorum.

Yarın sabah güzel bir şeyler yapmalıyım. Renklipamuklar gitti, hafta sonu yok. Belki Beşiktaş’a giderim. Gerçi hava sıcaklığı İstanbul’da 35 dereceyi bulacakmış. Çok sıcaklara dayanamıyorum. Beşiktaş’a gitmek iyi olabilir, yeni filmler alırım. Bu arada, 11’e 10 Kala’yı izledim. Çok özel bir film, Nejat İşler’i yine çok beğendim. Üniversiteden beri beğenirim onu. Karşılaşırdık, aynı dönemde okumuştuk.

Gündoğarken’in eski şarkılarını buldum. Kaç yıl önceydi, özlemişim. Elimdeki kitap, ‘Sevdalinka’ *

Benimki de dert mi? Nelere göz yumuyor bu dünya?

* Sevdalinka, Ayşe Kulin

28.07.2010

Hep sıcaklardan oluyor bunlar

Holly’i aradım, şirketin önünden geçiyordum. Yakınız birbirimize. “Buraya gelsene…” dedi. “Yok” dedim. “Dışarıda bir yerlerde görüşelim”.

Huzur, huzur, huzur…

Hükümet gibi kadın derler ya… Öyle bir genel koordinatörleri var. Tüm yazı işleri müdürlerini, editörleri ipte oynatıyor. Yıllar önce yolum düşmüş ve iş görüşmesi yapmıştık. O dakika anlamıştım, o kadınla çalışamayacağımı. Verebileceği ücretin iki katını istemiştim. “Çok büyük hata yapıyorsun” diye gözümü korkutmaya çalışmıştı. “Sana bu sektörde olmayan bir şeyi vaat ediyorum, istikrarı…”

Yöneticiler hiçbir zaman korkutamaz beni. Bilirim ki asla öncelikleri olmamışımdır, olmam da.

“Eğitimim ve yaptığım işlerle daha fazlasını hak ettiğimi düşünüyorum” diye meydan okumuştum. Sonraki iş yerimde onun önerdiği ücretin aynısına çalıştım uzun süre. En azından amazonlaşmış bir genel koordinatörsüz, noktama virgülüme müdahale etmeyen bir yazı işleri müdürü ile birlikte…

Geçenlerde Holly’e uğradığımda karşılaşmıştık müthiş koordinatörle. Delici bakışları ile tepeden tırnağa süzmüştü beni. “Hatırladı mı acaba? Çok zaman oldu” diye sormuştum Holly’e. “O unutur mu be?” demişti usançla.

Yok, gitmem bir daha kolay kolay. Görmek istemem genel koordinatörü. Dışarıda bir yerlerde buluştuk. Önceki gün öğle yemeğinde domatesli makarna yemiştim, dün akşam yine domatesli makarna yedim. Bu defa zeytin, peynir ve maydanoz ile süslenmiş makarna ama. Haftada birkaç kez mutlaka kumpir ve makarna yiyorum. Çok seviyorum, mani olamıyorum kendime.

Tüm vaatler kandırmaca esasında

Renklipamuklar üç gündür başımın etini yiyor. “Bu defa beni ekemeyeceksin. O konsere birlikte gideceğiz!” diyip duruyor. Biletler VIP’miş. Kurtaramıyorum kendimi…
“Renklipamuklarcığım, neden anlamıyorsun beni? Gülben Ergen iyi ve güzel bir kadın olabilir. Ama TV’de gördüğümde bile geçiyorum ben onu. Katlanamam iki saat dinlemeye…”
Yok, renklipamuklar pes etmiyor. “Çok eğlenceli bir kadın. Harika giyiniyor, kıyafetlerine bakarsın!”

Konseri unutturabilmek için dünkü yorgunluğumun üstüne renklipamuklar ile birlikte Arnavutköy’e gittik. Dolunay vardı, dolunayı seyrettim. Tekneleri hep ışıklarla süslemişler, geçişlerini seyrettim. Gece yarısıydı döndük. Zaten domatesli makarna yemiştim, üstüne bir de ketçaplı-mayonezli kızarmış patates yedim. Bu çok kötü oldu.

Genel koordinatörün bana yaptığı gibi bu gece kandırmaca vaatlerde bulunacağım renklipamuklar’a. “Çok büyük hata yapıyorsun. Hayat Taksim’de...” diyeceğim, gözünü korkutmaya çalışacağım. Belki Gülben Ergen konserini unutturabilirim böylelikle.

26.07.2010

Gök gürlüyor, yağmur başlayacak gibi

Ah, Emirgân…

Akşam serininde, Emirgân. Çınar ağaçları, batmak üzere güneş, mavi-kızıl deniz ve elbette martılar, kayıklar… Ah, neleri neleri getirdi aklıma. Sordum kendime: “Nasıl?” diye sordum. “Nasıl bırakıp gidecektin sen bu şehri? Temelli bırakıp gidecektin üstelik. Hepi topu bir bavulluk eşya ile. Deliymişsin!”

Aklım almadı geçmişimi.

Çantalar mutlu, ben mutlu

“Pazarda gezelim biraz” dedi Holly cumartesi günü. Önce kuaföre uğradık, oradan Ihlamur üzerinden Beşiktaş’a geçtik. “Bir gün Ihlamur’a gelelim” dedim Holly’e. “Ama ıhlamurların açtığı, mis gibi koktuğu aylarda olsun”.

Yıllar var ki pazarda gezmiyordum. Beşiktaş’ta da bir pazar olduğunu ise tamamen unutmuşum. Her şey hem ucuz hem de güzeldi. Ufak tefek bir şeyler aldım. Siyah bir çanta beğendim. Holly’e fikrini soracaktım, yakınımda bulamadım. İleride tokacıların, takıcıların tezgâhlarına takılmış. Almak istemedim danışmadan. Belki haftaya tekrar gideriz, bulabilirsem alırım siyah çantayı.

Çantaları çok seviyorum. Bir dolu, renk renk, model model çantam var benim. Hâlâ yeni çantalara bakıyorum. Geçenlerde, “Bence sen çanta yapıp satmalısın” dedi renklipamuklar. “Çantalarla çok mutlu oluyorsun”.

Yok, yapamam bu saatten sonra. Sil baştan yeni emekler harcayacak güç ve sabır tükendi bende. Artık, ağır asfaltlarla inşa ettiğim bu çetin yolda gidebildiğim yere kadar giderim. Kısmetim yetinceye dek.

Halide olmak ya da olmamak

Elia Kazan ile evli Frances Kazan’ın yazar olduğundan habersizdim. Geçenlerde bir kitabını aldım, adı ‘Halide’. Neredeyse tüm pazar gününü Halide’nin sayfalarında geçirdim. Son günlerde okuduğum çoğu roman pek şaşırtmıyor beni. Mesela, ‘Tahran’ın Damları’nda neredeyse 50 sayfa öncesinde sonraki adımı seçebildim. Kitabın sonu ise başından belliydi. Halide’de ise iki yerde, yüksek sesle “Aaa!” diyerek çarpıldığım sahneler oldu. Sahneler gözümün önünde canlandı. 19. yüzyılın sonunda, bugün yaşadığım şehirde yaşamış kadınların çıkmazlarını, çaresizliklerini seyrettim. Nasıl elleri kolları bağlı...

Bir küçük, bir büyük hayal kırıklığı

Yaz akşamı peş peşe film izlemek çok cazip olmasa da yalnız geçen saatlerde daha sıcak bir seçenek bulamıyorum. Önce Yılmaz Erdoğan’ın ‘Neşeli Hayat’ını izledim ki küçük bir hayal kırıklığı oldu benim için. Birkaç yerde durdurmayı düşünsem de renklipamuklar’ın müthiş sözü aklıma gelince oturup izlemeyi sürdürdüm: “Sinemaya saygı!”

Basmakalıp olunabilir ama bu kadar mı? Bence bu kadar olmamalı.

En büyük hayal kırıklığını ise ‘Gecenin Kanatları’nda yaşadım. Beren Saat’i çok beğenirim. Çok güzel bir kız, iyi de oynuyor. Yazık olmuş, böyle kötü bir işte yer almasaymış keşke. Gülünç sahneler, insanın bilincini allak bullak eden sözlerle doluydu film. Can vermek üzere olan Fiko’nun son sözlerinde ekonomik -dolayısıyla üstüne basa basa sınıfsal- konumuna hayıflanması, filmin en radikal en hırçın karakterinin gençlerin aşkı karşısında çözülmesi, hele ki o eğreti söylemler... Yine “Sinemaya saygı!” diyerek ve biraz da filmdeki genç atletin hatırına devam ettim izlemeye.

Nejat İşler’i çok, çok beğeniyorum. Tam tarzım esasında. ‘11’e 10 Kala’yı bu akşam izleyebilirim umarım. Yağmur başladı başlayacak. Buralarda gök gürlüyor.

23.07.2010

Dejavu ya da sararmış bir tutam aşk

Sabah, “Bugün sıcaklık 40 derece olacakmış” dedi renklipamuklar. Üzerimde yeni lacivert elbisem, topuklu beyaz ayakkabılarım.
“Elbisenin boyu çok uzun değil mi?” diye sordu çıkmadan önce.
“Evet, bana da uzun geldi ama terziye uğramaya zamanım olmadı. Giymesem mi acaba?”
“Giy, o kadar kötü değil. Senin için uzun sadece”.
Renklipamuklar’ın üzerinde de tril tril bir elbise… Birlikte beğenmiştik.

Aynanın karşısından ayrılmadan önce görüntüme son kez baktım. Ve yıllar öncesine gittim ansızın. Hayatımdaki pek çok şeyin yeri, biçimi değişti evet. Fakat kimi zaman isteyerek uzaklaştığı noktalara, bilmeden sürükleniveriyor insan.

Kısacık lacivert bir elbisem vardı, dar sayılabilir. Oturduğumda, yürüdüğümde boyu dizlerimin epey üzerine çıkardı. Çok hoşlanmazdı o elbiseden. Suratını asar, aksileşir “Bu kadar kısa giymesen…” gibi sözleri geveler dururdu. Umursamazdım. Yüksek topuklu ayakkabılar giyerdim kısa elbiselerimle birlikte. Ona yetişebilmek için en yüksek olanlar… Yine de yetişemezdim.

Üzerinden yıllar geçti, nice köprülerin altından çok sular aktı. Fakat bir sabah ansızın karşıma çıkan görüntü, kartlar değişse de oyunun hemen aynı kurallarla döndüğünü yüzüme çarpar gibiydi. Boyu uzamış, daha az dar bir elbise. Daha alçak topuklularla, yıllar öncesine benzer.

Bir daha, bir erkeğe yetişmek için yüksek topuklular giymem asla. Ayak bileklerimin koparcasına ağrımasına katlanmam, gerek yok.

Masallar aşklara benzer, hep solar
Öyle sıcak ki bu havada masal yazılmıyor. Beyaz Masallar yine yarım kaldı. Yağmur kadın temmuz sıcakları ile buhar olup uçtu, N. zaten yoktu. Bilgisayarımın karşısında pinekleyip duruyorum. Neyse ki bu hafta işler hiç yoğun değil. Dergi matbaadan geldi, masamın üzerinde. Öyle huzurlu bir şey ki bu… Her yan rehavet içinde.

Bu akşam bir şeyler yaparız belki… Emirgân ya da Kuruçeşme, dingin. Taksim daha mı iyi yoksa, düşünmek için hiç ara vermeden.

15.07.2010

Hep biraz korkudur, aşk

Aklından ilk geçen “Çok erken” oldu, yağmur kadının. N.’nin kollarından kopardı kendini. Caddenin tüm kalabalığı yüzünü onlardan tarafa dönmüştü sanki. Donuk bakışlar üzerlerinde…

Yaz akşamlarında ateşböcekleri yanar söner. Yazın en sıcak gecesinde buldu ansızın kendini. Yağmur durdu, şehir durdu. Kalabalık kaldı sadece, iki kişiyi izlemeyi sürdürdü gözler. Yazın kavurucu sıcağını kanatlarına yüklemiş ateşböcekleri yüzüne çarptı yağmur kadının. Küçük küçük, ateş ateş…

Kollarından kopar kopmaz, N. ardında kalır kalmaz derin bir soluk! “Birdenbire… Nasıl oldu?”
Adımlarını hızlandırdı, sorgulamaları başladı. “Nasıl fark edemedim buna varabileceğini? Ya da yanlış anlattım kendimi, cesaret verdim”. Caddenin sonuna doğru, meydana yaklaştığında ancak ardına bakabildi. O da göz ucuyla… Seçemedi N.’yi. Sabaha karşı, hâlâ kalabalık bu şehir!

Bıraktığı yerde kalmıştı belli ki… Yok, olamaz. Kimse bırakıldığı yerde kalmaz.

Müşteri bekleyen taksiler otelin önünde uzanan geniş caddeye dizilmişti. Arkadaşları ile orada buluşurlardı dönüş yolunda. Herkes kopuk kopuk yürüdüğünde, o noktada tamamlanırlardı. Yine oradaydılar. Yüreğinde anlık ferahlık… Kısacık bir düştü yaşadıkları, gün doğduğunda hatırlanmayacak. Kimseye bahsedilmeyecek. Yağmurla birlikte yıkanıp gidecek.

Bir güç adımlarını durdurdu önce. Sonra yüzünü, bırakıp gittiği yöne doğru çevirdi. N.’ydi karşısındaki…
“Senden özür dilemeyeceğim” dedi N. “Sen düşünebilirsin ama…”
Beklemiyordu peşinden gelmesini, söylemesini, sormasını…
“Senden mi özür dileyeceğim?”
Gözlerindeki bulutları gizleyerek, “Aşktan…” dedi N. “Kaçtığın, orada öylece bırakıp gittiğin için aşktan özür dilemeyi düşünebilirsin belki”.

13.07.2010

Bir masalın ilk cümlesi…

Gecenin açmazlarına rağmen gün doğmasın istedi, hiç sabah olmasın. Bir yabancının yanında zaman su gibi avuçlarına dolarken avuçları küçüldü; gece kısaldı, uzadı... Bir tayın titrek heyecanı kapladı ruhundaki eprimişliği. Acemi bir telaş, yüreğini sardı saracak korkuyla beraber. Zaman su gibi avuçlarına dolarken sabah olmasın istedi; bir yabancının yanında, belki de uzağında...

Masaların çoğu boşalmıştı. Onların masada ise koyu bir sohbet sürüyordu. Saat gecenin üçü... Gözleri N. ile her karşılaştığında yüreğinde çarpışmalar yaşadı. Onun gözlerinde de… Şimşekler çakıyordu sanki. “Şaraptan” diye susturmaya çalıştı hissettiklerini. “Aşık olunmayacak kadın yoktur. Az votka, az şarap vardır. Öyle der, erkekler! N. de onlardan biri…”

N.’nin çoğalan ilgisi, sözleri günün ilk ışıkları ile birlikte solacak. Ertesi gün kaldığı yerden değil, alışıldığı yerden devam edecek. Büyük yalnızlıklarla…

Yağmur iyiden iyiye hızlanmış. Tesadüf mü bu? Hep güzde, hep yağmurda kesişmesi sevda yollarının? Peki, yolların nefes kesen yokuşlara dönüşmesi sonrasında?..

Nasıl olduysa… İki kişi en arkada kalmışlar. Sonraları fark etti, arkadaşları ile aralarındaki mesafe açıldıkça açılmış. N. durdu bir an, süzülen yağmur damlalarını tutmak, düşmelerine engel olmak istermişçesine elleri yağmur kadının saçlarında dolaştı. “Benimle gelsen…” dedi. Yağmur kadının gözleri N.’nin esmerliğinde…
“Nereye?”
“Gideceğim yere,”
İçindeki telaş azalmaya, korku ise çoğalmaya başladı. Son sözlerle cesaretsizlik kuşattı benliğini.
“Şimdi seni öpeceğim ve biz, birlikte bir masalı başlatacağız” dedi N.
İlerleyen arkadaşları kalabalığın içinde erimişti bile. Seçemiyordu artık onları. Kalabalığın yabancılığı içinde, N. herkesten daha tanıdıktı. Bir yabancının uzağında, belki de yakınında…

Caddedeki kalabalık akarken, yağmur yağarken. N. yağmur kadının yüzüne bir masalın ilk cümlesini yazdı.

9.07.2010

İmkânsızlıkla aynı yere yağdı, yağmur...

Gölgenin saçları hâlâ ıslak, bir ayağı yağmurlu sokakta… Çakmağa uzandı; diğer elinde sigara paketi… Sigara içmek için çıktı.
Ardından “Çok iyi çocuktur” dedi karışık adam. Alkol duvarına yaslanmış kız arkadaşı anlaşılır-anlaşılmaz konuştu:
“Çok yetenekli ama…” Çarpık bir gülümseyişle “Her şeyi bitirdi, bıraktı gitti…”
“Nereye?”
diye sormak istedi yağmur damlalarını izleyen kadın.

Damlalarda kendini bulurdu. Yağmurlu bir günde doğmuş, ilk kez yağmurlu günde aşık olmuştu. Yağmur gibiydi sözleri, belki kaderinden. Yağar yağar, dururdu.

Belki gözlerini okudular.
“Delinin teki işte! Bir dağ başına yerleşti” dedi karışık adam. Sonra birbirlerine döndüler, başkalarının duyamayacağı sesle konuşmaya başladılar.

Boşalan kadehini bir yenisi doldururken o kapıda belirdi. Buğday teni, kirli sakalı, kömür karası yorgun gözleri ve siyah gömleği ile… Daracık bir kot pantolon üzerinde. Elleri soğuktan kızarmış, şaraba sarıldı.
“Bir dilek ağacı nasıl olur?” diye sessizliği bozdu, telefonunun ekranından gözlerini ayıramayan kadın. “Dekorun orta yerinde bir dilek ağacı… Her gelen en samimi hâliyle dileğini söyler”.

Yağmur kadın ayaküstü samimiyetlere inanmazdı pek. Ona göre; mesafeler vardı herkes ve her şey arasında... Zamanla azalabilirdi ancak. Uzunca zamanlarla...
“Geliştirsene şunu” dedi fikri bulan, sessizce duran yağmur kadına.
“Yapamıyorum” dedi üzüntü içinde. “Yazıymış gibi düşünmeye çalışıyorum fakat olmuyor”.
Gölge, kömür karası gözleri ile yağmur kadına baktı, sordu:
“İşin ne ki senin?”
Kelimeleri yutarcasına söyledi. Çekindi sonrasında işiteceklerinden. Onun nedenlerinden, nedenlerinin kendininkilere benzemesinden korktu belki de.
“Aynı meslektenmişiz” derken çakmağı yaktı söndürdü, yaktı söndürdü. “Ben bıraktım…”
Yağmur kadın kimseye sormazdı, “Neden, niçin?” diye. Bir erkeğe asla sormazdı. Nasılsa… Sordu:
“Nasıl bıraktın, bırakabildin?”
“Hayatın geçtiğini fark ettim, bilgisayar karşısında hem de. Bir gece sabaha karşı bıraktım her şeyi…”
Yağmur kadın kendini onun yerine koymaya çalıştı. Yok, bırakıp gidemezdi kolay kolay; adresleri, isimleri, alışkanlıkları… Anılardan bile vazgeçemezdi kolaylıkla.

Şafağa yakın ve ansızın. Her şeyi bırakarak gidebilmek… İmkânsızlıkla aynı yerde duruyordu.

8.07.2010

Aşka dair tek bir kelime dahi kalmamıştı dağarcığında

Ve bir masal yazmak düşer yazıcıya… Karanlık masallara dökülecek ışık huzmelerini bulmak içindir bunca uğraş.


Tüm isteği kendi kendine kalmaktı, rahat bırakmadılar. Telefonu susmak bilmedi. Sonunda pes etti. Islak saçlarını özensizce kuruttu, dalga dalga bir deniz oldu saçları. Gecenin karanlığında aydınlık renkleri sever. Beyaz bir kazak giydi üzerine, gözlerinin üzerine ışıltılı renkler sürdü. Kapıyı üst üste kilitledi, daha güvende hisseder böyle olunca.

Hava çoktan kararmış, yağmur yağdı yağacak. Şimdi evinde olmalıydı. Hiçbir şey yapmasa, dinlenirdi en azından. Ama her zaman olduğu gibi rahat bırakmadılar işte.

“Meydana yakın bir yerde durabilirsiniz, şu ışıklarda olabilir” dedi şoföre. Işıklar ve kalabalıklar içindeki caddeyi görünce sokakta olmakla iyi ettiğini düşündü bir an. Çoğu gece olduğu gibi “İyi ki ısrar ettiler” diye aklından geçirdi. Sonra… Gecenin kalanını düşününce… Çekili perdelerin, kapalı kapıların ardında olmak yeğdi sanki. Ağırlaşan göz kapakları, ağırlaşan gece ve midesindeki o çalkantılar… Ruhuna akseden şarabi çalkantılar… Sabahlara daha güç uyanılır böyle gecelerin ardından.


Kuytu sokaktaki yağmurlu gölge
Arka sokaklarda, kalabalık mekânların arkasında kuytu bir köşedeydi arkadaşları. Geceye erken başlamış epey yol almışlardı. Bildik konularda dönüp dolaşıyorlardı. Yok, hiçbir şeyden söz edemeyecekti. Aşka dair tek bir kelime dahi kalmamıştı dağarcığında. Ve saklamıyordu bunu…

“Karnım aç esasında. Üşendim, hiçbir şey yemedim” dedi. Kızarmış patates istedi ortaya. Dört kişilik masada, üç kız arkadaştılar. En sessizleriydi. Dinlemek en güzeli… Davetsiz bir misafir boş kalan sandalyeyi doldurdu. Arkadaşının sevgilisi… Saçları gibi, yüzü gibi, kendi de karışık bir adam. Patateslerin tümünü o yedi. Yine istedi. Aklı almadı, üç kadının bitiremediği bir tabak patatesin tek başına bir adama yetmemesini… Saçları, yüzü ve kendi karışık adam peş peşe sorular soruyordu.
“Senin sektörüne yabancıyım. Yaratıcı fikir çıkmaz benden” dedi ikna etmeye çalışarak. “Bence bizden umudu kes”.
“Bu gece bana yepyeni, bambaşka bir fikir lazım” dedikçe, yüreklerden geçen kadınca sözler rafa kalktı.

Yağmur damlaları sıklaşınca üşüdüler, kapalı yere geçtiler. Eskimiş masalar, sandalyeler; eski tarihli gazeteler dağınık, her yerde. Onlar iki sevgili birbirlerine karıştılar, geriye kalan iki kişi yalnızlığının içine çekildi. “N. geliyor” dedi, telefonla konuşan karışık adam. Yağmurlu pencereden Tarlabaşı’nın karanlık, izbe sokaklarını izliyordu. O sokakta duran, yaşayan herkes en acılı romanın başkahramanıydı sanki.

İncecik bir gölge belirdi bir zaman sonra, belki asırlar sonra. O binlerce yıldır aynı masada, aynı sokakları izlemeye koyulmuşken. Karışık adamla sarmaş dolaş oluverdi gölge. Elini uzattı; nasıl soğuk, nasıl üşümüş. Gölge adını söylerken bilerek yüzüne bakmadı, ilgilenmez göründü. Karşısındaki sandalyeye süzüldü. Sokağın soğuğu sadece ellerinde değil, yüzündeydi aynı zamanda. Gözleri kızarmış, dudakları çatlamıştı.
“Ne içiyorsun?” diye sordu gölge.
Kadehini uzattı ona doğru, ilgisizce. İlgisizliğini yüzüne çarpa çarpa.
“Ben de şarap içeceğim” dedi. Gözleri şarabın koyuluğunda...

3.07.2010

Haziran bitti bile

“Haziran bitti mi? Yaşanan haziran ise bunca sağanak nereden musallat oldu hayatımıza? Yanardağ mı? Yurtdışına çıkmış arkadaşlarımı ilgisiz limanlarda mahsur bıraktığı yetmemiş miydi? Zaten batmış ülke ekonomilerini daha da beter yerlerde süründürmemiş miydi üstelik! Sonrasında bu sağanaklarla mı hatırlatacaktı kendini?”

Aynı sözleri tekrarlayıp duruyorum. Haziranın son haftalarında bile dinmek bilmeyen yağmurlardan, bulutlu gri gökyüzünden fenalık geldi. Ortancaların boynu iyice büküldü, renkleri soldu. Karalahana hiç yemediğimi duyan Emine Teyze çığlık atmış ve ertesi hafta bahçeye lahanalar ekmişti. Ekolojik dolma yapacaktı bize. Yağmurlar yüzünden Emine Teyze'nin lahanalar ağaçlaştı, boyları boyuma yaklaştı.

Eskiden en sevdiğim kareler yağmurlu olanlardı. Mesela, bir saçağın altında iki kişi ya da birlikte paylaşılan bir şemsiyenin etrafında… Islanmış saçlarla sığınılmış bir kafede, camlarda yağmur damlaları…

Şimdi ise arkadaşlarımın kır düğünlerini berbat eden son yağmurlar yüzünden küstüm, en romantik kareleri kalbimden sildim. Güzel dileklerim, pırıl pırıl ve güneşli günlerden yana.

Güzel dilekler… İyiliklerden, güzelliklerden ve güneşli günlerden bahsetmeye her zamankinden çok ihtiyacım var. Mutlu filmler izlemeyi, belli ki hazin bir sonla noktalanacak romanı bir an önce bitirmeyi, bugün yaptığım sütlacı bol tarçınla yemeyi düşünüyorum.

Yarın… Dilerim güzelliklerle dolu bir sabah olur. Hani sıcacık güneşin altında buz gibi bir meyve kokteyli kadar serinletici. Ege'de tatil kadar dingin. Ve gerçek mutlulukla gelmiştir, temmuz. Yarın çalar kapıyı...

Gerçek mi?

Bana ve bizim kızlara göre Starter sergisinin en çarpıcı köşesiydi.

Yaklaşık çevirisi şöyle: “Türk erkekleri hakkında duyduğunuz her şey gerçektir”.