28.10.2010

Ey hayat, karşında hürmetle eğiliyorum

Boşu boşuna gittim ofise, boşu boşuna ıslandım yağmurda. Fırtınaya tutuldum, savruldum. Öğleden sonrayı az biraz geçiyordu ki bilgisayarımın düğmesine basıp kapattım, çıktım.

Yine yağmur, yağmur, yağmur…

Üniversite yıllarımda yağmurlu günleri çok severdim. Şemsiye olsun olmasın yağmurda yürümek güzeldi. Çılgınlık yapmak geçerdi içimden, yapardım zaten.

Uzunca zamandır güneşli günlerin müptelasıyım.

Sorgulamayalım, mantı yapalım!
Kısacık eteğimi, Holly ile birlikte seçtiğimiz desenli çoraplarımı giymiştim. Saçlarım fönlüydü. Üstüm başım battı, çamur oldu. Saçlarım birbirine karıştı, akşamki programımız iptal oldu. Ben de eve döndüm, biraz kitap okudum. Okurken uyuyakalmışım, Holly aradı uyandım. Yine dertli… Bir derginin yazı işlerini daha kilitlemişler, maaşına da pek az katkısı olmuş.
Sesi ağlamaklı, “Sömürülüyormuşum gibi hissediyorum”.
“Olabilir”
dedim. “Herkes kadar… Fakat bu sırada gelişiyor ve yetişiyorsun. Senin için yeni bir sektörü daha tanıyorsun, fena mı?”
Rahatladı biraz, akşam yemeğinde mantı yapmaya karar verdi.

Yıllar sonra ilmek artırabildim, mutluyum
Yıllardır devam eden örgü seanslarım renk renk, boy boy atkılar ile sürüp gidiyordu. Atkı dışındaki tüm denemelerim hayal kırıklığı ile sonuçlanırken ilk kez ilmek artırmayı da başardım, mutluyum! Orman yeşili, sıcacık bir yünden üçgen şal örüyorum. Anneme hediye edeceğim.

Ah, o esmer bakışlar ki…
Örgü ördüm, çay içtim, ‘Fatmagül’ün Suçu Ne?’yi izledim. Şu hayatta herkesin bir zaafı varsa esmer, incecik ve gece bakışlı erkekler de benim zaafım. Bu konuda yapabileceğim hiçbir şey yok. Başıma ne geldiyse onlardan geldi… Razıyım. Kendim ederim, kendim bulurum! Dizideki Kerim’i de çok beğeniyorum. Yüzyıl geçse unutamayacağım ilk aşkımı andırıyor çok.


Yarın süslenmeye hiç niyetim yok
Yarının güneşli olmayacağı aşikâr. Kalınca bir şeyler giyinir çıkarım evden. Ne de olsa herkese tatil, süsüme püsüme bakmam pek. Erkenden ofiste olursam, işlerimi öğleden sonraya tamamlarım bir umut... Eminim KS bilgisayarının başında bekliyor olacaktır.
“29 Ekim’den önce bitirmeliydik biz bunu, geç kaldık!” diyecektir yüzümü ilk gördüğünde. Bugüne dek çalıştığım tümü gibi, zamana düşman bir adam o da. Bu mesleğin ruhu mu bu, bu mesleği seçen adamların ruhu mu?
Henüz bilemedim.
Ihlamur da Serdar Ortaç dinlermiş!
Ev darmadağınık. Aynı ruhum gibi, bedenim gibi. Emine Teyze kapıdan girer girmez, bacadan olsun atacağım kendimi dışarıya. Perdelerin sökülürken çıkardığı sese, elektrik süpürgesinin hır hırına, evdeki her şeyin ayakta olduğu o hâle katlanamıyorum. Tozlu ve dağınık olsa da seviyorum yerleşikliğimi…

Hayatımda ilk kez Serdar Ortaç’a ait bir müziği dinliyorum. Geçenlerde TV’de duymuştum, aradım buldum. “Hayatından mikropları at” diyor sözlerin arasında. Çok sevdim!
Ey hayat, karşında hürmet ile eğiliyorum. Ihlamur'a da Serdar Ortaç dinletirmişsin meğer...

27.10.2010

Bir bulut uğradı bana

İşimi gücümü bıraktım, bilgisayarımın başında ince ince ağladım. Puslu puslu yaşlar aktı gözlerimden. Ellerime rimelim bulaştı, göz makyajım kirpiklerime karıştı.

Neyse ki çok sürmez. Bir bulut uğrar gibi… Yağar geçer gözyaşlarım.

İşi sekteye uğratan bir aksaklık, eski sevgiliden kulağıma çalınan bir haber, sevgiliye göz dikmiş bir eski arkadaş ya da iğne gibi batan nefret kusan sözler değildi nedeni.

Dedemi özlediğim için ağladım.

Altı yıl önce ekimde kaybetmiştim dedemi. Yağmura yakın, arada güneşe dönen böyle bir gündü. Bugünün o güne benzerliği ağlattı… Ya da fotoğrafta gülümseyen ihtiyar adamın onun gülüşüne benzerliğinden ağladım.

Dedem “Cırcır böceği” derdi bana… Sevgi dolu derdi ama. Bazen gereğinden çok konuştuğum olur.

Ölüm ezelden beri korkutur beni. Korkmaktan başka yakıcı bir özlemi de var ediyor yüreğimde…

Yıllar var ki kimseler “Cırcır böceği” demiyor bana. Dolu bir sevgi ile bakmıyor.

23.10.2010

En fenası, insan kendine bakınca…

İnsan kendine bakınca nereden nereye geldiğine, kimden kime dönüştüğüne şaşırıp kalabiliyor. Kendi adıma, kendine şaşırıp kalanlardanım. Hatta şaşırmak vurgusunu artırmak için “Kendime şöyle bir bakınca… Apışıp kalıyorum!” diyebilecek hâldeyim.

Ayrılık, aman ayrılık!
Bir buçuk ayı geçti, renklipamuklar ile göremedik birbirimizi. Bırak görüşmeyi, çoğu zaman telefonda konuşmaya bile zaman bulamadık. “Sana söylemiştim böyle olacağını…” dedim geçenlerde. “Ya, öyle deme!” dedi. Demiş bulundum bir kere…
Sitem edercesine “Neden blog yazmıyorsun?” diye sordu. “Okuyordum ne güzel. Yaptıklarından haberdar oluyordum”. “İçimden gelmiyor” diye özetledim.

Yazdıkça…
İlk olarak 2005’in son aylarında blog yazmaya başlamıştım. Bu fikri veren renklipamuklar’dı. Benden habersiz bir blog açmıştı, bana. “Buraya yaz” demişti. O zamanlar yayınevinden ajansa çile dolduran, kimi dönemlerde ise işsizliği iliklerine kadar hisseden, tutunma telaşında bir kızdım. Sürekli yazıyor, yazdıkça hayallerimi canlı tutuyordum.

Eskiyen masallar
Zaman oldu, telaşım gibi masallarım da eskidi. Sevgili, bütün bütün okunup akılda cümlecik cümlecik kalan şiirlere döndü. Öyle ki gözleri seçilse, sözleri kayboldu. Sözleri duyulsa, gözleri bulutların ardında...

Yaprakları üzerinde elmaların, güller ille de turuncu
Ege’deki kıyı kasabası da dibi boyladı. Beyaza boyalı, tek katlı ev vardı ya… Kapısında turuncu güller açacaktı. Hani mutfağında her dem çay fokurdayacaktı, evin içi tarçınlı kek kokacaktı. Gözü hep eşikte, kalbi küt küt çarpan bir kadın bekleyecekti içinde. Ekose desenli perdeyi aralayacak, sardunyaların ardından gözleyecekti sevgilinin gelişini. Gelişindeki esmerliği… Onu beklerken kitap okuyacaktı, en dokunaklı şiirleri seçecekti. Birlikte dinlemeyi sevdikleri müziklerle dolduracaktı tek göz odayı. Gelirken bir sardunya saksısı daha getirebilirdi sevgili. Belki de kucak dolusu elma ile gelebilirdi. Yaprakları henüz üzerinde olabilirdi elmaların.

O ev yıkıldı. Silindi gitti hepsi. Bugünlere varamadı.


Dünden bugüne…
Maketi hazırlanan dergiden iki ilan çekilince iki sayfa boşumuz kaldı. Zaman da dar, “Eski yazdıklarından bir şeyler bulsana Ihlamur” dendi hemen. Eskilere göz atınca, şaşırıp kaldım yazdıklarıma… Böylesi içten, böylesi ölçüsüz. Neysem, o. “Yok” dedim. “Bunlardan bir şey çıkmaz. M.Ö. yazmışım ben bunları…”

En zoru, kendini ikna etmekte
Üniversitedeyken aşıktı bana. Herkes bilirdi, ben de bilirdim. O kantinde beni izlerdi, ben ise yeşil parkalı, atkılı genci.

Geçen sabah karşılaştık. Sabahın köründe toplantıya yetişmenin derdindeydim. O ise her zamanki gibiydi. Tertemiz ve şıktı. Losyon kokusu burnumda… “Hoşça kal” derken öptüm onu. “Mutlu bir gün olsun” dedim uzaklaşırken. Neden yaptığımı bilmeden. Sonrasını kurgulamadan.

“O çocuk içime sinmiyor” dedi, renklipamuklar. “Sana uygun değil sanki.”
“Bilmiyorum”
dedim. Beklentimi sıraladım ardından. “Baktığında devran değişecek, mevsim dönecek. Öyle olmalı…”

Güzel bakıyor esasında. Devran değişmiyor, mevsim dönmüyor ama...

9.10.2010

Bulutların üzerinde yürür gibi

Yarın sabah erken uyanmalıyım. Kapalı ve soğuk havaya, yarının cumartesi olmasına rağmen erkenden uyanmalıyım. Dün bir adresten diğerine koşturarak elimdeki tüm söyleşileri tamamladım. Üstelik son dakikada çıkan bir işti ve randevu filan almadan çat kapı gittim tümüne. Zarif insanlar nihayetinde… Reddetmediler.

Fotoğrafları çeken K. incecik giyinmişti. İstiklal Caddesi’nden Tarlabaşı’na, Tarlabaşı’ndan Tünel’e geçinceye kadar sırılsıklam oldu. Aslında çok da üşüdü, bozuntuya vermedi. Anlamıyorum şu erkekleri… Davranışlarından bir tekini bile anlamlandıramıyorum. Bu havada incecik gömlek ile sokağa çıkılır mı hiç? Tek eksiği şemsiyeymiş gibi “Şemsiye de almadım, makine ıslanacak” diye hayıflandı durdu.


Kendimi sandalyeme zımbaladım ve ses dosyalarının hepsini çözdüm. Bugün ise üç metni tamamladım. Hedefim dörttü, olmadı yetiştiremedim. Bir ara renklipamuklar ile konuştuk telefonda. Bir elimde telefon diğerinde hazır kek, “Yine hazır kekin kenarı çıktı. Kekin kenarını sevmiyorum ama hiç şaşmadan her defasında şu paketlerin içinden kenar çıkıyor” diye şikâyetçi oldum. “Ne diyorsun sen ya?” dedi renklipamuklar. “Ne keki, ne kenarı?” Anlatmaya çalıştım; dinlemeye çalıştı.

Holly aradı sonra. “Sana bir müjdem var” dedi, sesi pır pır. Yeni bir program çıkıyormuş, ses dosyasını yüklediğinde çözüp sana metin olarak geri veriyormuş. “Yok artık!” dedim. “Öyleymiş, çok yakında deşifreler ömrümüzü yemeyecek!” diye coştu. Yazı işleri müdürü söylemiş, teknoloji sınır tanımıyormuş vesaire. “Risk alamam” diye itiraz ettim. “Spesifik konular bunlar. Abuk sabuk çevirirse rezil olur gideriz”. Riskli olduğunu kabullendi sonunda.

Galiba aksi bir günümdeydim. Yağmurdan olabilir. Sevmiyorum kapalı ve çamur içindeki havaları…


Çok uzun zaman sonra kısacık bir etek aldım. İşin aslı onun için aldım, yakında görüşeceğiz ve o gün sadece onun için giyineceğim. Aynanın karşısında döndüm, eteklerim uçuştu. “Çocukluğundan beri kısa etekler giydiğinde aynanın karşısında döner, dans edersin” dedi annem. “Çünkü içimde yaşayan bir balerin var” dedim ben de. “Hep balerin olmayı istedim, biliyorsun”.

Üzeri inciler ile süslü, pembe bir bale elbisem vardı. Pembe-beyaz çiçeklerden tacımı takar, bembeyaz pisipisilerimi giyer bale yapardım; bulutların üzerinde yürür gibi... “Ihlamur mutlaka bale yapmalı” dermiş bale öğretmenim. Esin Hanım...

Bale yapmadım, büyüdükten sonra. Büyüdükten sonra, bulutların üzerinde yürür gibi yaşamadım ya da.

1.10.2010

Saksısına sığmayan menekşe

Yorgunluktan ağlamayı unutmuş muyum yoksa uzun zamandır ağlayacak kadar yorulmamış mıyım?

Şu an zırıl zırıl ağlıyor olmam önemli değil. Beynimin içinden büyük bir gürültü ile çıkan, kulaklarımda patlayan ve gözlerimin etrafında hissettiğim baş ağrısı tek gerçek.

“Bu meslek bugün beni öldürmediyse bir daha öldürmez” dediğim günlerden biriydi. Hatırlanmamak üzere geçmişin karanlık ve tozlu sayfalarına mahkûm etmek istiyorum!

Bir haftadır onca başka işin arasında bir de bu aptal bülten ile uğraşıyordum. 10’dan fazla söyleşinin yer aldığı oldukça kapsamlı bir özel sayı oluştu. Tasarımı bitti vs. Bugün ufak tefek revizyonların ardından matbaaya gidecekti ki kilitlendik kaldık.

Bir yanda “Şu kadar, bu kadar sayıda basılabilir!” diyen C.C. diğer yanda “Baskıya girmek için sizi bekliyoruz” diyen matbaa. Öte yanda ise ulaşamadığım grafiker arkadaşım!

Olabilecek tüm aksilikler yaşandı. Önce grafikere ulaşamadım, sonra ulaştığımda “Şu an bilmem kaç forma dergiyi kapatıyorum. İmkânı yok işi alamam” dedi. “Sen dokümanı ftp’ye yükle yeter, bakacağım çaresine…” dedim. Ftp’de sorun oldu, doküman 45 dakikada ancak yüklendi. Yüklenen dokümanı indirmemiz yarım saati buldu, indi nihayetinde. Bu defa da indesign’da sorun çıktı, açılmadı doküman. Sürümleri tutmamışmış, programlar çakışmışmış vs.

En nihayetinde matbaayı aradım ve o kahrolası sayı için “Yarın sabah iletebileceğiz” demek zorunda kaldım. Bir işi yarım bırakmak, tamamlayamamak, aksatmak hiç tarzım değil.
“Yarın sabah burada olacağım, ilgilenirim” dedi matbaadaki kadın. Sesimdeki gerginliği, yorgunluğu, bıkkınlığı, yılgınlığı, usancı, her şeyi okudu galiba. Gizlemeye harcayacak gücüm kalmamıştı zaten.

Risk aldım ve C.C’ye aksaklık olduğunu, matbaaya gidemediğimizi söylemedim. Her an memnuniyetsizliğini bildirebilir, bülteni bizden geri alabilir vb. Bu meslekte daha önce defalarca yaşanmış ve yaşanacak olan tekrarlar, kendi içinde haksızlıklar yumağı… Emeğini bir kalemde hiçe sayabilen, nankör, acımasız bir mesleğim var benim.

Yarın sabah erkenden uyanacağım ve yüzümde dayanılmaz ağrılara neden olan işi tamamlayıp, kurtulmanın yollarını arayacağım.

Ardından kapatacağım bilgisayarımı.

Bir buçuk gün boyunca hiç açmayacağım.

Körpe yeşil yapraklar açan ve artık saksısına sığmayan Afrika menekşem için yeni bir saksı alacağım belki.

Her geçen gün açan körpe yeşil yaprakların menekşeye iyilik mi yoksa fenalık mı ettiği üzerine kafa yoracağım biraz da.

25.09.2010

Havada güz kokusu var

Renklipamuklar, elle tutulur hiçbir iz bırakmamacasına gitti. Bugün temelli gitti. Merdivenlerden çıkarken ağlıyordu. El salladım usulca. Bir şeyler söyledim, söylediklerimi hatırlamıyorum. Kesinlikle saçmalamışımdır. Alakasız sözler bulmuşumdur. En çok saçmaladığım zamanlar en üzüldüğüm zamanlardır.

Eşyaların yüklendiği kamyoneti görmek istemedim. Anılarıma kök salacak bir sahnenin üstüne perde çektim böylelikle.

Ağlayamam çoğunlukla. Bir yanım duvar… Ağlayabilmeyi isterdim. Gün boyu başım ağrımazdı belki.


Holly ile Beşiktaş’ta gezdik, gezmekten yoruldukça oturduk çay içtik. Pazara da uğradık, pamuklu uzun kollu tişörtlerden aldık. Holly mor olanı beğendi. Vamp bir kızdır o. Mavi aldım ben, soluk mavi. Biliyorum, gereğinden fazla sadeyim.

Yufka aldım, tazecik. Akşam için börek yaptım. Çoğu pırasalı, az bir yeri peynirli… Yufkanın ilk katının arasına döküvermişim malzemeleri. Yıllardır börek yaparım, böyle bir yanılgıya nasıl düştüm? Bir tarafı incecik oldu, tepsiden alırken pırasalar döküldü. Sinir oldum kendime. Yine de yedim, üç dilim hem de. Kalanını doldurdum bir tencereye. Çay alırken tencerenin kapağı bardağın üzerine düştü; bardak devrildi, her yan çay oldu. Söylene söylene sildim fayansı… Yerde birkaç damla kaldı, silmedim. Börek tepsisi, tabaklar kirli; şu an yıkayamayacağım.


Ponçik peşimden ayrılmıyor. Nereye gitsem, ne yapsam benimle… Makyajımı silerken, yemek yaparken, örgü örerken, kitap okurken hep benimle. Şimdi mesela, klavyeye dokundukça cırtlak bir ses çıkararak kanat çırpıyor. Bilgisayarımdan kıskanıyor galiba. “Minik Kalp” diye seviyorum Ponçik’imi. “Söyle Minik Kalp” diyorum. “Kimselerin bulamayıp da senin bulduğun nedir bende?”

Dün hava yağmurluydu, bugün ise güneşli. Güneş ışıkları yetmedi, havadaki güz kokusunu örtmeye… Eylülün sonuna varmışken günler, kış iyiden iyiye yaklaşmış demektir.


Bu kış 35’inci yaşıma basacağım, kısmetse eğer. “Yolun yarısı” demesin kimse! Daha o kadar başlardayım ki esasında… Aldanmayın yorgunluğuma.

24.09.2010

Fatmagül’ün suçu belli oldu

Aşkı Memnu’nun tacını devrettiği Fatmagül’ün Suçu Ne? diğer tüm dizileri geride bırakarak reyting tahtına oturdu. İlk bölümündeki o meşum sahnenin izlenme rekorları kırması mesele oldu. Psikologlara, toplumbilimcilere danışıldı; röportajlar yapıldı. Öğretici, dikkat çekici mesajlar verildi vs.

Facebook’ta Fatmagül ile ilgili onlarca söz dolaştı. Bir telaştır gitti; Fatmagül’ün suçu bulunacak, başka yolu kalmadı. Tahminimce, en çok eğlenilen bir cevapta buluşuldu.
“Fatmagül’ün suçu ne?”
“Eskiden Bihter olmak!”


Bazı insanlar eşekten düşmüşe çeviriyorlar beni. Allak bullak ediyorlar, onları koyduğum mertebede bulamıyorum ne yazık ki. Oldukça iyi yetiştirildiğini düşündüğüm, yüksek tahsilli filan bir arkadaşım günlük iletisine şöyle yazmış:
“Yolda Fatmagül’e rastladık. Suçumuz yok, biz onu Bihter sandık!”

Fatmagül Bihter olsa, sakıncası da olmayacak. Bu mudur? Hayır, bu değildir. Fatmagül’ün hak etmediği uğursuzluğu Bihter de hak edemez, kimseler hak etmez. Şaşırdığım, espri çerçevesinde olsa bile 30’una varmış, aklı başında görünen gencecik bir adamın bunu yazabilmesi…

Nasıl yazılabilir, nasıl yakıştırılabilir böyle bir cümle? Kendi kendine hakaret değil midir düpedüz?

Başrollerinde Hülya Avşar ile Aytaç Arman’ın oynadıkları aynı isimli filmi yıllar önce izlemiştim. Hikâyelerin mutlu son ile, aşk ile son bulması yeterliydi benim için. Kerim kabul etmişti ya Fatmagül’ü… Sevmişti ya sonunda... Fatmagül sevilmeye muhtaçtı ya nasıl olsa… Ama artık değil. Hikâyelerin ilk cümlesi son cümlesi kadar önemli. Mutlu son yazarak sıyrılmak yok artık.

İlk iki bölümde başına gelenler, sonraki bölümlerde de Fatmagül’ün başına gelecek felaketlerin habercisi gibi görünüyor. Bilmiyorum yürek dayanır mı un ufak edilen bir kızcağızın böylesi iç parçalayan hikâyesini seyre…

Bu arada, “Fatmagül’ün suçu ne?”nin tek cevabı var bende.
“Fatmagül olarak doğmuş olmaktan başka bir şey değil”.

21.09.2010

Caroline’ler neden hep sarışın?

Sekiz ses dosyası çözmüşüm. Altı söyleşiyi toparlamışım, geriye kalmış iki. “Şekerim Ihlamur, eskiden olsa o ikisini de bırakmaz, bitirir öyle çıkardın. Geçmiş senden”...

Evet, o eskidendi. Çok eskiden.

Hani ay herkese gülümserken,
Mevsimler kimseyi dinlemezken
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken*

Bu denli eskidendi. Acemilik yıllarında, arpa boyu yol yürüme telaşındaykendi bu acelecilik. Ağırdan alıyorum artık yaptığım işi... Profesyonellik diyorum sonra da adına. İrili ufaklı ajanslarda, geceli gündüzlü sömürüldüğüme sayıyorum olmadı.

Bilgisayar değiştirmek çorap değiştirmeye filan benzemezmiş meğer. Bir haftadır adapte olamadım, ara ara çıldıracağımı sanıyorum. İki yılı aşkın zamandır kişisel notebook’um ile çalışıyordum. Birkaç kez teklemesi ile tehlike çanları “Çın Çın” çaldı ve masaüstüne geçmek zorunda kaldım. Yalnız üç günü dokümanları aktarıp, klasörleri özelleştirmekle, outlook’u kurmaya çabalamakla geçirdim. Eziyetti tümüyle.

Masaüstü bilgisayarımın monitörü dev gibi geliyor şimdi. Harfler büyüteçle bakıyormuşsun gibi, ayağımı kıpırdatsam kazulet gibi kasaya çarpıyorum. Geçen kasayı biraz öteye iteyim derken elim düğmeye değmiş, bilgisayarı kapatmışım. Sağa sola kıpırdasam kulaklık çıkıyor vs.

Asıl çelişkiyi Vista’dan XP’ye geçince yaşadım, sordum: “Bu ne yaman çelişki anne?” Sözcük sayımını bulamıyorum, punto değişmek için bile yerini arıyorum arıyorum. En fenası programın Türkçe olmaması. Ctrl+K ile klasörler açılıyor sayfamda.

Kızıyorum kendime biraz da. Alışkanlıkların esiri miyim neyim?

Hafta sonunun büyük kısmını çalışarak geçirmiştim. Huzur içinde uyuyup dinlenmek istediğim tek gece yine çığlık çığlık bağrışmalarla berbat edildi. Üst katta oturan kariyer sahibi genç erkek, genç ve güzel sevgilisini yine öldüresiye dövdü. Gece boyunca kavga ettiler, sonunda yine polisler geldi ve kız yine şikâyetçi olmadı. Sevgilisinin yanında kaldı.

Çok sinirliyim o kıza. Görsem kendimi tutamayacağım, konuşacağım:
“Seviyorum deme sakın, insan korktuğu insanı sevemez.”

Tabii kızın derdi, sevgi ise aşk ise.

Yazarken unutuyorum kafama takılanları. Kimi kendi ayağı ile gider kimi bucak bucak kaçar. Ne denli kaçarsa kaçsın, etrafını ne denli kalın duvarlarla örerse örsün çirkinlikler, iğrençlikler bulabiliyor insanı. Bir de arsız oluyor ki...

Vedat Türkali yarım kaldı ama okuyacak hâlim yok. Yarına iki toplantım var. Toplantılardan önce tamamlamam gerekiyor, kalan ikiyi… Bu durumda daha erken uyanmak, sabah şiir ve haber okumamak lazım.

Zaten güneş saklanmaya başladı. Renklipamuklar ile ‘Pembo’ adını verdiğimiz pembe bir kazağım var. Sevgilim olması için az biraz çaba harcadığım bir çocuk için almıştım o kazağı. Pembe mutluluk verir bana diye, çocukluğumun güzel yanlarını hatırlatır diye. O da çocuk erkeklerdendi biraz diye. Pembo kazağımı giymeme karşın pek keyifli olamadım gün boyu.
Akşam ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’yi izledim. Reel hayatta erkekler yüz güldürmüyor, o belli; öğrendik. Bari kalemin dokunduğu senaryolarda başka olsalar...
Hem anlayamadığım dizilerde, filmlerde neden nikâhlı kadınlar hep sevimsiz hep ağlak, Caroline’ler ise hep güzel hep sarışın gösterilirler?
O muhteşem ve paylaşılmaz erkekleri hep haklı kılmak için olmasın sakın!

* Murathan Mungan

18.09.2010

Daha büyümem gerekiyorsa…

Neredeyse bir aydır doğru düzgün takip etmiyordum olan biteni. Son iki gündür eskiye dönmeye ve önemsediğim yazarları okumaya yeniden başladım. Dün tüm günü bir toplantıdan diğerine yetişmeye çalışarak geçirdim. Çok yorucuydu. Dönüşte pastaneye uğradım ve pasta aldım. Bir ara elim telefona uzandı. Renklipamuklar’ı arayacak, “Pasta alıyorum. Seninki nasıl olsun?” diye soracaktım.

Aklıma geldi, yokluğu… Yalnızca bir dilim çikolatalı pasta ile döndüm eve.

Fatmagül’ün Suçu Ne’yi Aşkı Memnu ile aynı gün ve saate koymuşlar; iyi olmuş. Kerim rolündeki oyuncuyu Taksim’de görmüştüm bir kez. İncecik, TV’de göründüğünden çok daha yakışıklı bir çocuktu. Pek kimselere bakmam aslında, ona epey bakmıştım.

Tüm dizi filmlerde olduğu gibi Fatmagül’ün Suçu Ne’de de zengin ailelere mensup tüm insanlar dejenere, kötü ve yerin dibine batası tipler. Neden böyle, anlayamıyorum.

Hâlbuki yok böyle bir şey…

Gelmiş geçmiş en zahmetli tarhana çorbası ile mücadele ettim. Toz tarhanayı yarım saat önceden ıslatmama rağmen erimek bilmedi. Kısık ateşte yarım saati geçti pişmesi… Neyse ki lezzetli oldu.
Çok severim yorgun akşamlarda pişmiş sıcacık tarhana çorbasını.

Dün çok yorucuydu desem de bugün dünü aratmadı. Beşiktaş’ta gezdik biraz. Pizza yedik, saat dokuza doğru üşüdüm. Yeni aldığım şalımı örttüm omuzlarıma…

Parfümüm bitmişti. Bir başka parfümüm var ama onun kokusuna alışamadım. Mutluluk veriyor alıştığım kokular. Kavuştum, küçük mavi şişenin içindeki çiçeksi şekerli kokuya…

Evde hiç film kalmamış. Can sıkıntısından TV kanallarında gezindim. Yeni bir dizi daha başlamış, Kılıç Günü adı. Gecenin Kanatları ‘Korkunçluk’ unvanını rahatlıkla bu diziye devredebilir. İnsana toplu iğne gibi batan, bu kadar ucuz diyaloglar yazılmamıştır, eminim ki uzun zaman da yazılmayacaktır.

İmkânsız, Elveda Rumeli’deki güzel Alex’in hatırına dahi izlenmez bu dizi.

Yarın da çalışacağım. Zaten Taksim programımız yattı. Renklipamuklar ile konuştuk, “Pazar günü bana gel” dedi. G de çağırıp duruyor. İki yavru kedi almış, “Büyümeden gel sev” diyor.
Yavru kediler hep yavru kalsa, hani gözleri daha mavi maviyken olduğu gibi kalsa hep.

Zaman büyütüyor her şeyi. Uyusun da büyüsün, dünya hâli…

Yarının bugünden yorucu olma ihtimali yüksek. Keşke erken uyusaydım, daha büyümem gerekiyorsa bir an önce büyüseydim.

11.09.2010

Yakışıksızdır tüm vedalar

Hayata meydan okumaya gelmiyor. Biraz diklenip başını kaldırdığında… Burnunu sürtüveriyor insanın. Ben miydim, “Bir ömür yalnız yaşayabilirim” diyen. “Kimsesizliği seviyorum biraz da olsa” demeye getiren ben miydim? O saatten bu saate derken, kısacık zaman diliminden bir bayram gününe çok şey değişti.

Renklipamuklar gitti mesela. Başka adrese taşındı.

Bayram öncesinde ofise kapattım kendimi. Bir günde, üç günün işini bitirdim neredeyse. Tatil rehavetine kapılan çoğunluk mesaj bombardımanım karşısında delirdiğimi düşünmüş olmalı.

Giderken “Çarşamba günü uğrarım” demişti renklipamuklar. “Kalan eşyalarımı da alırım”. Derdim, evde olmamaktı. Ayrılık anlarını hiç sevmem. “Merhaba”lar iyidir hoştur da söz “Hoşça kal”lara gelince… Sanki yakışmaz hiçbir yere, zamana.

“Bu veda yakışmadı bu aşka…” yazmıştım sevgilime bir defasında. Şimdi olsa… Yanıtsız bırakırım terk edişini.

Bayramın ilk günü uğradı renklipamuklar. O giderken ardından bakmadım. “Bir odan var, biliyorsun” dedi yine.

Biliyorum, bir odam var renklipamuklar’ın yeni evinde ve yüreğinin eskilerinde. En eskilerinde… 10 yılı aşkın bir sürede birlikte büyüdük biz. Ayrı zamanlarda aşık olduk, ayrı zamanlarda acılarımızı çektik. Ancak birbirimizin ayrı acıları ile aynı anda evrildik. Bir ağacın altında, renkli ampullerin ışığında fısır fısırdı hayallerimiz. Dileklerimize sırt çeviren gül ağaçlarına birlikte bağladık çaputları. Birimizin küstüğü dileği diğerimiz tuttu, iki kişilik tuttu; bırakmadı… Konuşacak kimsemiz olmadığında, susacak kimsemiz de olmadığında ince bellide bir bardak çay; bir fincanda papatya, ıhlamurdu konuşulanlar ve karanlığa gömülenler.

Dostluk böyle bir şeydir. Yeni evinde ve yüreğinin eskilerinde bir odanın olduğunu ve daima olacağını bilmektir, dostluk.

İsimlerini gizlediğim onca erkek var hayatımda. “O”dur onlar. Hiçbirinin adı geçmemiştir Beyaz Tuval’de. Hiçbiri Beyaz Tuval’e yazılacak kadar sevilmemiştir çünkü. Sevmeyi bilemediğimden ya da adam gibi sevmeyi ellerine yüzlerine bulaştırdıklarından onlar.
Birer gölge olurlar… “Çok güzelsin” der biri. “Seni özledim” der bir diğeri. Dünyayı ayaklarımın altına serdi serecektir bir başkası.

Sarılmak isterim birine. Başımı omzuna yaslayıp ağlamak isterim. “En yakın arkadaşım gitti” demek isterim. “Onun için yeni ve mutlu bir sayfa, evet ama üzülüyorum. Elimde değil” demek isterim.

Hepsini toplarım, bir renklipamuklar etmezler.

4.09.2010

Ege Seçkisi 2

Yıllar geçer. Artırır artırır... Artırdığı kadar azaltır da. Elinde yürek dolusu anıların kalır ki anımsamalar dahi yüktür insana.

Yaprakların sesi olduğunu hatırlatır rüzgâr. İğdeler açmamış. Açsa…

Çiçeğinin kokusu nice bahara bedel.

Olduğum yerde gözlerim kuğuları arar... Bulurum.

Kuğular hep yalnız, hep tutsak.

Yeşilbaşlı gövel ördek türkülerde saklıymış. Plastik olanları yüzermiş bulanık suda… Anlamıyorsun ilk bakışta.

Hep ilk bakışlara yanıldın zaten.

Ege Seçkisi 1

Bir sabah gün ağarmadan daha, çıktım yola. Ben nereye, Ponçik de oraya…

Ora dediğim yer, Ege.

Telaşsız sokakları, telaşsız insanları ile... Ağır çekimde sürüyor yaşam.
Zeytin ağaçları seyrekleşmiş, yazlık evler çoğalmış göze çarpan. Geri kalan aynı…
Köyleri hep aynı mesela.
Aynaya baktırıyor Ege’nin köyleri. Bununla da kalmıyor üstelik, soruyorsun elinde olmadan.
“Bir bize mi ekmek yok şu hayatta? Bunca yetinmemek, peki bunca koşturmaca niye, nereye?” diyorsun aynaya bakıp.
Gözlerinin altındaki siyah gölgeler iyileşiyor birkaç güne kalmadan.

“Acaba dikiş dikebilir miyim?” diye düşünüyorsun ilk kez. “Şu ev bizim olsa... Patiskadan perdeler dikebilirim belki. Pembe bile olabilir rengi... Fakat pencere çiçekleri ille de sardunya!”
Dinginliğe bırakıyorsun kendini. Gökyüzünde kızgın ağustos güneşi, toprakta çenebaz ağustos böcekleri…
Eylül uzak görünüyor, kapıyı hiç çalmayacakmış gibi.

Zamanla düşman değilsin. Daha ne olsun?

26.08.2010

İstanbul’a küf mü yağmış?

Eskihisar’a varmamızla birlikte gökyüzünün rengi de değişti. Binaların donuk renklerine benzer bir gökyüzü oldu, bulutlar dağınık dağınık.

Aslında keyifli bir yolculuktu. Muavin karşılaştığım en sempatik insanlardan biriydi. Sürekli gülümseyen, inci gibi bembeyaz dişlerini gösteren gencecik bir çocuktu.

Yol boyunca
En arka sıradaki dört koltuk bize ayrılmıştı. Ponçik birinde… Otobüs boş sayılırdı neredeyse. Çok kez çay, kahve, kek ve tuzlu bisküvi ikramı yapıldı. Yol boyunca film izlemeyi denesem de hiçbirini bitiremedim. ‘Hayat Var’ ile başladım; öksürük nöbetleri içinde boğulan ve sürekli balık yiyen ihtiyar adam karakteri içime sıkıntı verdi, bıraktım. 2012’den de hoşlanmadım. Son zamanlarda Hollywood yapımlarından hiç keyif almıyorum zaten. “Ne varsa Fatih Akın’da var” diyerek Yaşamın Kıyısında’yı tekrar izleyeyim dedim. Onu bile tamamlayamadım.

Zeytinliklere, meyve bahçelerine, kiremit çatılı küçük evlere, ekili tarlalara bakarak seyahat etmek güzeldi de… Betonlaşma çoğaldıkça… Camdan dışarıyı izlemek güzel gelmedi bana.


Tez bulup, tez kaybetmeler içinde
Tatil süresince Masal Sevgili uğramadı Ege’ye. Fakat Ponçik tez buldu, tez kaybetti Masal Sevgilisini. İnci gülüşlü muavin beyaz bir muhabbet kuşu ile geldi ve Ponçik’in yuvasına bırakıverdi kuşu. “Feribotun korkuluğunda buldum” dedi, açıklama olarak. Tüyleri birbirine yapışmış, harap hâldeydi zavallı muhabbet kuşu. Ponçik’in yemlerinden yemeye başladı, su içti defalarca.

Bulmasaydı onu, yaşayamayacaktı belki de.

“Sizinle kalsın” dedi bana. Baktım, anlaşamıyorlar Ponçik ile. Yoluyorlar birbirlerini… “Kaprisli kontes” dedim Ponçik için. “Anlaşamadılar baksana... Üstelik öteki de tam bitirim, perişan eder Ponçik’imi!” Ponçik küçücük kaldı bir köşede. Bitirim beyaz kuş sahiplendi pembe yuvayı. “Olmayacak” dedim. “Ponçik alışkın yalnızlığına…”

Kuşu bisküvi kutusuna koydu. İçine bolca yem doldurduk. Bir kadın varmış, hayvanları severmiş. Telefonda konuşmuşlar, o alabilirmiş kuşu. Aklım kaldı esasında. Ama uyuşamadılar işte. Belki huysuzluk Ponçik’te... Bilemem. Dileğim, huzurlu bir yuva bulmuş olması.

Küf, küf, küf!
Bugün şirkete geçemedim. Evin sağı solu, her yanı küflenmiş. Sadece 10 günde neler olmuş anlayamadım. Sanki yokluğumda İstanbul’a küf yağmış! Defalarca, köpük köpük sildim yerleri… Çamaşır suyunu bitirdim neredeyse. Beş makine dolusu çamaşır yıkadım, daha bitmedi. Gece üşümüş, üzerime hırka almıştım. Nemli gibiydi hırka. Huylandım bir kez, her şeyi yeni baştan yıkayacağım.

Yalnızca bir buçuk gün açamamıştım bilgisayarımı. E-postalar birikmiş, benden 12 saat süresince yanıt alamayanlar aynı e-postaları tekrar tekrar geçmişler. Öyle alıştırmışım demek, anında yanıtlamaya… Her şey alışkanlıklardan ibaret değil mi zaten? Kimi, nelere, nasıl alıştırdığımız ile ilgili her şey.

Şimdi… 10 günün ardından alışkanlıklarıma dönmeye çalışacağım. Ve döneceğim de elbette. Hatta şaşacağım, bu döngüyü nasıl bu denli kolay sindirdiğime. Hâlim kalmadı. Kalsa çektiğim fotoğrafları yüklerdim bilgisayarıma. Ege’den küçük notlar düşerdim altlarına. En elzem olan e-postaları yanıtladım sadece. Diğerleri yarına kaldı. Çok ama çok iş var. Sabah erkenden düşmeli yola…

“İstanbul’a hoş geldin Ihlamur!”

18.08.2010

Sormayacağım

Kendimce bir şeyler yazmayı özlemişim. Ama dediğim gibi, kendimce yazmayı… Yoksa gelişi güzel konuştuktan sonra, dergide yılın en etkili sözlerini okumayı bekleyenler için uğraşmalarımı özlemedim pek. Karaladıkları üç satırı iletip “Ihlamur Hanım, nasılsa siz bundan çarpıcı bir şeyler çıkarabilirsiniz” demelerini de çok aramıyorum. Hele ki klişe konuları farklılaştırma çabalarımı… Yok, hiç özlememişim. Uzunca bir süre ‘fark yaratmak’ sözünü duymasam, aramayacağım. Bir daha duymasam... Belki de mutluluğun anahtarını cebime koymuş olacağım.

Fark yaratmaya gereksinim duymadan yaşıyorum, geçen cumadan beri. Yaşanırmış meğer.


Gece ayın 14’ü gibi. İğde ağaçları teslim olmuş rüzgâra... Işıklar içindeki karşı kıyıdan, nispeten daha az ışıklı kıyıma vuruyor köpüklü dalgalar. Ardımda yükselen Kaz Dağları’ndan iğne yapraklı çamların kokusu geliyor burnuma. Evet, dağ kekiği kokusu da duyuluyor çamlarla birlikte.

Ege’deyim.
İstanbul’a geri dönmek gelmiyor içimden.


Hava çok sıcak. Bir daha, İstanbul’un sıcağından yakınmaya yüz bulamayacağım sanırım. Sıcaklık 45 dereceyi aşıyor neredeyse. İlk günler sabahı sabah ettim, gün ağarır ağarmaz balıkçı iskelesinde aldım soluğu. Taze demlenmiş çay, ekmek fırınından yeni çıkmış sade poğaça. İkisinin sıcacık kokusu birbirine karışıyor. Martıların sesi de telaşsız. Burada, ağır çekimde ilerliyor yaşam.

Acele, sürekli bir şeylere yetişmeye çalışan hayatım tatilime burnunu sokmaya, tadımı kaçırmaya çalışıyor. Kurumsal adresime e-postalar yığılmış. Acil olarak baskıya gitmesini istedikleri işler var. Açıyorum bilgisayarımı ve… Ağırlaşan sıcağa, ay ışığına, iğdelere, dağ kekiği kokusuna sırtımı dönerek çalışıyorum. Öfke doluyor içime.

Üç hafta önceki toplantıda hangi zaman diliminde İstanbul’da olmayacağımı söylemiştim. Gitmeme bir hafta kala hatırlatmıştım, “Aciliyeti olanları bu hafta tamamlayalım” demiştim. İki yıl sonra nihayet tatil yapacağımı söylemiştim üstüne basa basa. Tatil sürem hepi topu bir haftaydı üstelik.

Kâr etmez, söz geçmez İstanbul’daki koşturmaya. Tatilde olduğum haftaya çıktı piyango… “Bizim mesleğin cilvesi” dedi, telefonda konuştuğumuz Holly.


Burada ne kadar anlamsız yazdığım yazılar, gelişi güzel konuşanların özene bezene cilaladığım sözleri ne kadar da yersiz.


Fotoğraf makinemin aktarma kablosunu yanıma almamışım.
Çektiğim fotoğrafları yüklemek isterdim şimdi.

Berrak denizi; yeşil yeşil, kat kat dağları… Köy pazarını; uzun boyunlu, saçları kınalı Yörük kadınlarını… Yeşilden sarıya dönen iğdeleri, toprak kokan kurutulmuş nice otları, seleler dolusu kızılcıkları… Daha neleri neleri…


Ponçik yanı başımda. Sıcakla arası hoş değil. İstanbul’da olduğu gibi özgürce uçamıyor. Pembe yuvasında tıkılı kaldı. Elimden geldiğince sevgi gösteriyorum. Uyurken başucuma alıyorum, yabancılık çekmesin diye. Adımı söylüyor sıklıkla. Belli belirsiz anlaşılıyor harflerim…


Güneş yakıyor, cayır cayır yakıyor. 30 koruma faktörlü güneş kremi kullanmama rağmen döküntü içindeyim. Alışkın değilmişim, ondan olmuş. Öyle diyorlar.

Sabah olsa… İskelede alacağım soluğu. İçeceğim ilk çayın ardından yüzeceğim serin sularda… Çakıl taşları, kaya balıkları, ayaklarımın altında ince kum.

Yok, sormayacağım kimselere. “Masal Sevgili nerede?” demeyeceğim.

11.08.2010

Tuvallerin siyahları

Resim yaparken bir yere tesadüfen sürdüysen siyahı… Ya da düşündüğünden fazla kullandıysan olmayacak yerde. Uğraşır durursun o rengi inceltmek için. Uğraştıkça dağılır, açık renkler içinde erir, hiç sevmeyeceğin bir karmaşa çıkabilir ortaya. Sil silinmez, tuvalden kurtulmaya kalksan başka emeklerin var içinde; kolay değil.

Ardıma dönüp baktığımda… Hayatımdaki siyahları tesadüfi ve hiç olmayacak yerlerde çoğunlukta kullandığımı görüyorum. Galiba bu gece, kendi ellerimle siyahlar kattığım özbeöz hayatım için akıyor gözyaşlarım.

Hep mücadele… Sonuç, çoğunluk siyaha boyanmış bir tuval.

Gitmeye kalktığında yük pek çok şey, evet. Ama en azından taşınabiliyor bir yerden bir yere. Bir de taşınamayanlar var ki, hani o kök salmış olanlar… Gitsen de tutmuş ellerinden, parmak uçlarını sımsıkı sıkıyor.

Kalsan, o da olmuyor. Sorulmuş sorular geliyor aklına:
“Bana mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?”

Çıkaramıyorsun. Zaman resimleri de siliyor aklından... Mutluluğun resminde siyah azınlık mıydı yoksa?

9.08.2010

Takvimden kopan yapraklar

Aslında gecenin bu saatinde, üstelik bir hafta başının arifesinde yazılacak şeyler değil bunlar. Olur ya neşeli başladığı bir sabahın ya da mutlu bitirdiği bir akşamın devamında tesadüf edip de yazdıklarımı okuyan olursa… Ve eğer keder dolarsa bu yüzden, özür dilemeyi şimdiden bir borç bilirim.

Bu özür satırını bir ikaz olarak da kabul edebiliriz esasında. Çıkın gidin, okumayın sonrasını. Sonrası keder dolu olacak, o şimdiden belli. Gece yarısı yazmam gereken bu satırlar değil biliyorum fakat yazmazsam…

Yazmazsa nefessiz kalır mı insan?

Aslında güzel bir gündü. Tatil hazırlıkları ile geçmişti. Işıl ışıl pembe taşlarla süslü pembe bir terlik, pembe ve mor ile dalgalanmış kahve bir bikini günün armağan ettiği hediyelerdendi. Eve gelmiş, ayaklarımı uzatmıştım. Ayağımdaki yeni terliklerimi seyrediyordum. “Hangi renk oje sürsem acaba?” diye düşünüyordum. Beyaz mı? Yoksa mor mu? Ya da pembe... Renklipamuklar’ı dinliyordum aynı zamanda. Kır düğününü anlatıyordu. Erkeklerin ne kadar içtiklerini, birbirlerini havuza attıklarını, sonra aralarından şişmanca birinin renklipamuklar’ı da havuza attığını anlatıyordu. Çok sinirlenmiş o şişmanca gence… Makyajı akmış, saçları bozulmuş, ayrıca odaya çıkıp duş almak zorunda kalmış düğünün yarısında. Ertesi sabah tüm otelde, “Kimdi beni havuza atan?” diye meçhul adamı arasa da bulamamış.

Siniri geçmemişti hâlâ. Saçlarındaki elektrik hissediliyordu. Dokunsan çarpılırsın, o kadar çok sinirlenmiş.

O sırada karşı apartmandan bir ses geldi:
“Ihlamur!”
Baktım.
“N’aber?” dedim onu görünce. Hani yavru kedileri kurtaran genç vardı ya, o bakıyor.
“Çok kötü şeyler oldu Ihlamur” dedi acı içinde. O kadar mesafeden okuyabiliyordum gözlerindeki acıyı.
“Ne oldu?” derken ayağa kalktım.
“Annem…” dedi.

Erkeklerin ağlaması bana öyle dokunur ki o dakika sarılmak isterim. Gözyaşlarından öpmek isterim.

Annesini kaybetmiş. Çok ani olmuş her şey.
“Birazdan dua başlayacak. Gelir misin?” diye sordu.
“Gelirim” dedim. Renklipamuklar ile göz göze geldik. Konuşmadık, kaçtık konuşmaktan.
“Ben gideyim” dedim. Renklipamuklar’ı Ponçik ile baş başa bıraktım.

Gün geçmiyor ki takvimden kopan bir yaprağın adını duymayalım.

“Oysa çok genciz daha…” dedim renklipamuklar’a.
“Ama hiçbirimizin anneannesi, dedesi hayatta değil artık” dedi. “Çocuk değiliz en azından”.

Çok ağladık, sinirlerimiz bozuldu herhalde. Öyle bunaldık ki evde duramadık, biraz önce döndük. Yürüdük yürüdük… Oturduk bir yerlerde. Ne yere sığdık ne göğe…

Biliyorum ki ikimiz de çocukluğumuzu çok özledik bu gece. Çocukluğumuz hepten kazandığımız zamanlardı galiba. Gelecekteki kayıplarsa ürkütüyor yıllar geçtikçe…

7.08.2010

Razıyım kaderime, çekerim bu ise eğer

“Uyandım birden seninle, gece üçü bulmamış…” diyebilmeyi isterdim. “Yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş…” çok daha uygun düşer oysa.

Sıcaktan uyumak mümkün değil. Gece boyunca sürekli uyandım, su içtim. Sabah dokuzda açtım gözlerimi, bir saat boyunca yatakta sağa sola yuvarlandım, Ponçik’i seyrettim. Mavi tüylerini kabartmış, arada kara boncuk gözleri ile bana bakıyor. Sonra sıkılıp minik kafasını kanatlarının arasına saklıyor. Deli kuş! Onca yolu nasıl gidecek hiç bilmiyorum.

Geçen yaz, hem işlerimin yoğunluğundan hem de otobüs firmalarının Ponçik’i kabul etmemesinden tatile gidememiştim. Tüm firmalar, “Alt kattaki bagaj yerine alabiliriz. Diğer yolcularımız evcil hayvanlardan rahatsız oluyorlar” demişti. Ponçik, evcil hayvandan ibaret değil ki… Ponçik o. Benim Ponçik’im. Klimalı püfür püfür koltukta seyahat ederken onu karanlık ve sıcak bagajda yalnızlığına nasıl terk edebilirim?

Gitmedim daha iyi.

Bu arada önemli bir not düşmeden edemeyeceğim. Sevgili Jto, “Bana bırak, ben bakarım Ponçik’e. Hem Paşa da var biliyorsun” demişti, sağ olsun… Fakat marazidir bağlılıklarım. Bir kez yüreğimde kendine yer bulan, kolay kolay çıkamaz oradan. Gidemez benden başka tarafa. Gitse bile…

Sadece gittiğini sanır.

Ponçik bu yaz dört ayaküstüne düştü ve otobüs firmaları ile cebelleşmeye gerek kalmadı. Öyle ya da böyle oldukça uzun süreli bir seyahate çıkacak ve şehirler arası ilk yolculuğunu yapacak. Eminim seyahatin ardından yine tüylerini döker, tüm beneklerini düşürür. “Hayvanlar evin, beraber yaşadıkları kişilerin huylarını alır” derler ama yok. Ponçik kadar hassas olsaydım beneklerimi sonsuza dek kaybetmiş olurdum.

Neler gördük, neler geçirdik.

Gün sayıyorum. Buz gibi denizde yüzebilmek, masmavi körfezi seyre dalmak için değil günleri, saatleri sayıyorum. İstanbul’da hava ısındıkça zaman ağırlaşıyor, çalıştığım yazılar uzadıkça uzuyor.

Renklipamuklar yine bir kır düğününe davetli… Bir dolu alışveriş yaptı, dünyanın parasını verip ipeksi kumaştan siyah bir tulum aldı kendine. Çok iddialı olacak bu defa.
“Aşık olmadan dönme…” dedim ona. “Biliyorsun, hiçbir düğünden boş dönmüyorum. Ya birine aşık oluyorum ya da biri bana!”
Burun kıvırdı. “Peki ya sonuç?”
“Sonuç ortada… Fakat her zaman sonuçlarla ilgilenmek doğru olmayabilir”.


Evet, bir sonuç daha istikrarsızlığa ve dolayısıyla belirsizliğe doğru seyrediyor. Olsun. Razıyım kaderime, çekerim bu ise eğer...

3.08.2010

O gün bir gelse...

Genellikle geceleri, uyumadan önce kitap okurum. Hem ancak zaman bulabiliyorum hem de bu vesile ile bir parça dinlenmiş oluyorum. Yatağıma uzanıyor, odamın ışığını düşürüyorum. Hoş bir loşlukta kimi zaman uyuyakaldığım bile oluyor.

Francis Kazan yazdığı romanda Halide Edip’e ruhani birtakım özellikler yüklemişti. Halide henüz küçük bir kızken ruhlar alemine uzanabiliyor, ölmüş kişiler ile konuşabiliyordu. Romandaki ruhani sayfalara tesadüf ettiğimde uzandığım yerde doğruldum, ışığın ayarını yükselttim. Ponçik’in her kıpırdanışında gözüm kapıda… Roman çoktan bitti, bir yenisine başladım ancak gecenin kör saatlerinde uyandığımda hâlâ ürküntü duyuyorum. Sanki bembeyaz elbiseler içinde, soluk yüzlü bir kız kapının ardından çıkıverecek gibi geliyor. Ya da kubbenin derinliklerinde kaybolan mevlit seslerini evin içinde duyuvereceğim.

Farkında olmadan romandan çok etkilenmişim. Geçen geceki rüyamda Topkapı Sarayı’nın içinde mahsur kalmıştım. Mavi-beyaz çinilerle kaplı, az ışıklı bir odanın içindeydim. Sarayda odaları ısıtmak için kurulmuş büyük, işlemeli sobalar vardır. Öyle bir sobanın yakınındaydım. Kıştı herhalde. Odadan çıkmak istiyor, çıkamıyordum. Neyse ki bir anda Holly beliriverdi yanımda. Bab’üs Selam’ın kapıları kadar ağır ve yüksek kapıları birlikte itmeye başladık. İmkânı yok, gücümüz yetmiyordu. Holly “Bak” diyordu. “Kapının kenarları, tokmakları hep altın!”
“Umurumda değil”
diyordum her zamanki telaşımla. “Şuradan kurtulalım yeter ki…” Harem gibi bir yerdi. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım ağır kapılar açılmak bilmedi.

Öyle uyandım.

Sabahtan toplantımız vardı. Alışılagelmiş, büyük toplantılardan. İki saate yakın sürdü, yarın yine var. Ondan sonra da toplantı notları ve elimde biriken işlerle uğraşacağım. Klima harıl harıl çalışsa da sıcak hissediliyor ve sıcakta kesinlikle çalışılmıyor. Uykularım yine bölük pörçük oldu. Bir an önce tatile çıkmak, soğuk sularda serinlemek istiyorum. MP3 çalarımı kulağıma takıp trafikten, sesten, gürültüden uzak dinlenmek istiyorum. O gün bir gelse...

2.08.2010

Bir yanımda bulutlu sabah

Bugünkü gibi kirli görünen, bulutlu sabahlarda mutsuz uyanıyorum; elimde değil. Bir yanda tahammül edilmesi güç bir sıcak ve rutubet, diğer yanda bulutlu mu bulutlu bir gökyüzü… Temmuzda olduğumuza inanmak mümkün değil.

Temmuzda deyince aklıma Fatih Akın’ın aynı isimli filmi geldi. Yeni bir film çekse de izlesek… Bayılıyorum tarzına.

Tanıştığımız gece laf arasında “Fatih Akın’ı çok beğeniyorum” demiştim. “Aynı filmlerindeki gibi bir adam” demişti. “Filmlerindeki tüm karakterler kendi hayatlarında da aynılar”.
Sormuştum: “Tanıyor musun?”
“Berlin’de sabaha karşı bir işkembecide
görebilirsin onu. Masasına oturursun ve sohbet edersin. Konuşmuştuk biz de”.
“Öyleyse bir dahaki sefere ona söylersin. İstanbul’da bir kız var ve filmlerini çok beğeniyor”.
Gülümsemişti, “Olur, söylerim”.

Genellikle bir erkeğin yanında bir başka erkeği methedecek olsan –ki bu herkesçe tanınan, yan yana gelemeyeceğin, dünyanın bir ucundaki çok ünlü biri bile olabilir- tavır yapar, huysuzlaşır. Ya da o erkeği kötülemeye başlar: “Aslında o kadar da yakışıklı bir adam değil. Ona mı iyi oyuncu diyorsun? O yazarsa benim de Nobel Ödülüm var” gibi saçma sapan sözler sıralayabilir.

Farklı davranmıştı ve o dakika etkilenmiştim.

Bulutlu gökyüzünden Fatih Akın’a, Fatih Akın’dan ona nasıl geldim bilmem. İşte bu kasvetli havalar beni benden alıyor, ne yaptığını bilmez hâle getiriyor.

Bu hafta çok yoğun geçecek. İşler bir anda yığılıyor ve masamın üzerinde tümülüsler oluşturuyor. Alttan girip üstten çıkıp hepsini yoluna koymak zorundayım.

İşte-evde bir dolu sorumluluk beni bekliyor. Aslında hiçbirini üstlenesim yok. Biliyorum, güneşli, ışıl ışıl bir hava olsaydı böyle olmazdım. Bunları yazmak yerine çoktan işime koyulur ve daha güzel günlerin hayali için çalışırdım.

31.07.2010

Bin ömür yalnız yaşayabilirim

Pazartesiden cumaya, yani bugüne kadar ofiste yalnızdım. Dergilerin bitmesi ile birlikte, fırsattan istifade eden herkes bir kıyıya attı kendini. Tek kaldım, gitmedim bir yerlere. Yazın bitmesine daha çok var nasılsa…

Pek kimseye söylememiştim, buraya da yazmamıştım. Yaklaşık bir ay önce zehirlenmiştim. Hastanede kalmıştım, serum bağlanmış ve pek çok tahlil yapılmıştı. Demir değerlerim öyle düşük çıkmıştı ki birbirinden ürkünç senaryolarla tüm tahlillerin tamamlanması bir haftayı bulmuştu. Vejeteryan olduğum için vücudumda demirin d’si bile kalmamış. O gün bugündür çok ciddi bir tedavi altındayım. Haftaya yeniden tahlil yaptıracağım. Biraz da bu nedenle, yaşadığım çalkantılarla rolantiye aldım hayatımı.

Gülben Ergen konserine gitmedim, renklipamuklar üzüldü biraz. Eşlik edecek bir başkasını buldu nihayetinde. Evde kalıp, kitap okudum. Ponçik’in de keyfi yok pek. Yine tüy döküyor, tüm benekleri düştü zavallının. Kel tavuklara benzedi. Çoğunlukla tek başına kalmayı tercih edip, bir şeyler okuyorum. Ofiste de aynı… Arada arkadaşlar uğruyor, çay-kahve içiyoruz laflıyoruz. Sonra yine yalnızlığıma çekiliyorum.

Farkındayım ki değil bir ömür, bin ömür yalnızlığımda yaşayabilirim. Yıllar sonra karşılaştığım kişiler bile aynı soruyu sormaya başladılar bana:
“Neden evlenmiyorsun?”
Cevaplarım değişiyor. Kimi zaman kendimce mantıklı açıklamalarımı sıralıyorum kimi zaman ise geçiştiriyorum. Fakat çok sıkıldım bundan. Kimseye hiçbir şey anlatmak zorunda değilim ki… Hayatımdaki erkeğin adını bilmek zorunda değiller. Ya da varlığını… Ya da yokluğunu… Geçenlerde tuhaf bir soru daha geldi: “İlişkin istikrarlı mı?”
“Bu çok fazla” dedim. “Yani istikrar… Günümüz koşullarında sadece özel hayatta değil, iş hayatında, arkadaşlıklarda istikrar zor bulunabilen bir şey. Hayır, istikrarlı bir ilişkim yok” dedim. “Sanırım başka başka asırlarda yaşıyoruz sizinle. Birbirimizin yüzyılını anlamamız mümkün değil” demek istemiştim esasında.

Holly “Kulak asma” dedi. 12 yıllık bir beraberliğin ardından evlendi. “Kurtuldum mu sanıyorsun? Şimdi de ne zaman doğuracağımı soruyorlar!”
Hayatım boyunca kimseye soru sormadım. Röportajlarım dışında, asla. Röportajlarımda bile sorularımı öncesinden paylaşır, karşımdakini nelerin beklediğini bilmesini isterim. Kız arkadaşlarıma sormam, sevgilime bile sormam. Sevgilimle konuşurken telefonun ucunda bir kadın sesi duyarım, sormam. “Yanındaki kim?” demem.

Terk ederim.

Bu akşamı da kendi kendime kalarak geçirmek istedim. Bu sıra makarna ve patates kızartmasına sardım. Üç tane patates kalmış evde, bir tane de domates. Bir kabak ve dolma olamayan dolmalık biberlerle birlikte tümünü kızarttım. Kontrolsüzce yedim, yedim. Annemden bisküvi pastası yapmasını istemiştim, yapmış. Üç dilim de pasta yedim. Şu an huzursuzum, kilo almaktan korkuyorum.

Yarın sabah güzel bir şeyler yapmalıyım. Renklipamuklar gitti, hafta sonu yok. Belki Beşiktaş’a giderim. Gerçi hava sıcaklığı İstanbul’da 35 dereceyi bulacakmış. Çok sıcaklara dayanamıyorum. Beşiktaş’a gitmek iyi olabilir, yeni filmler alırım. Bu arada, 11’e 10 Kala’yı izledim. Çok özel bir film, Nejat İşler’i yine çok beğendim. Üniversiteden beri beğenirim onu. Karşılaşırdık, aynı dönemde okumuştuk.

Gündoğarken’in eski şarkılarını buldum. Kaç yıl önceydi, özlemişim. Elimdeki kitap, ‘Sevdalinka’ *

Benimki de dert mi? Nelere göz yumuyor bu dünya?

* Sevdalinka, Ayşe Kulin

28.07.2010

Hep sıcaklardan oluyor bunlar

Holly’i aradım, şirketin önünden geçiyordum. Yakınız birbirimize. “Buraya gelsene…” dedi. “Yok” dedim. “Dışarıda bir yerlerde görüşelim”.

Huzur, huzur, huzur…

Hükümet gibi kadın derler ya… Öyle bir genel koordinatörleri var. Tüm yazı işleri müdürlerini, editörleri ipte oynatıyor. Yıllar önce yolum düşmüş ve iş görüşmesi yapmıştık. O dakika anlamıştım, o kadınla çalışamayacağımı. Verebileceği ücretin iki katını istemiştim. “Çok büyük hata yapıyorsun” diye gözümü korkutmaya çalışmıştı. “Sana bu sektörde olmayan bir şeyi vaat ediyorum, istikrarı…”

Yöneticiler hiçbir zaman korkutamaz beni. Bilirim ki asla öncelikleri olmamışımdır, olmam da.

“Eğitimim ve yaptığım işlerle daha fazlasını hak ettiğimi düşünüyorum” diye meydan okumuştum. Sonraki iş yerimde onun önerdiği ücretin aynısına çalıştım uzun süre. En azından amazonlaşmış bir genel koordinatörsüz, noktama virgülüme müdahale etmeyen bir yazı işleri müdürü ile birlikte…

Geçenlerde Holly’e uğradığımda karşılaşmıştık müthiş koordinatörle. Delici bakışları ile tepeden tırnağa süzmüştü beni. “Hatırladı mı acaba? Çok zaman oldu” diye sormuştum Holly’e. “O unutur mu be?” demişti usançla.

Yok, gitmem bir daha kolay kolay. Görmek istemem genel koordinatörü. Dışarıda bir yerlerde buluştuk. Önceki gün öğle yemeğinde domatesli makarna yemiştim, dün akşam yine domatesli makarna yedim. Bu defa zeytin, peynir ve maydanoz ile süslenmiş makarna ama. Haftada birkaç kez mutlaka kumpir ve makarna yiyorum. Çok seviyorum, mani olamıyorum kendime.

Tüm vaatler kandırmaca esasında

Renklipamuklar üç gündür başımın etini yiyor. “Bu defa beni ekemeyeceksin. O konsere birlikte gideceğiz!” diyip duruyor. Biletler VIP’miş. Kurtaramıyorum kendimi…
“Renklipamuklarcığım, neden anlamıyorsun beni? Gülben Ergen iyi ve güzel bir kadın olabilir. Ama TV’de gördüğümde bile geçiyorum ben onu. Katlanamam iki saat dinlemeye…”
Yok, renklipamuklar pes etmiyor. “Çok eğlenceli bir kadın. Harika giyiniyor, kıyafetlerine bakarsın!”

Konseri unutturabilmek için dünkü yorgunluğumun üstüne renklipamuklar ile birlikte Arnavutköy’e gittik. Dolunay vardı, dolunayı seyrettim. Tekneleri hep ışıklarla süslemişler, geçişlerini seyrettim. Gece yarısıydı döndük. Zaten domatesli makarna yemiştim, üstüne bir de ketçaplı-mayonezli kızarmış patates yedim. Bu çok kötü oldu.

Genel koordinatörün bana yaptığı gibi bu gece kandırmaca vaatlerde bulunacağım renklipamuklar’a. “Çok büyük hata yapıyorsun. Hayat Taksim’de...” diyeceğim, gözünü korkutmaya çalışacağım. Belki Gülben Ergen konserini unutturabilirim böylelikle.

26.07.2010

Gök gürlüyor, yağmur başlayacak gibi

Ah, Emirgân…

Akşam serininde, Emirgân. Çınar ağaçları, batmak üzere güneş, mavi-kızıl deniz ve elbette martılar, kayıklar… Ah, neleri neleri getirdi aklıma. Sordum kendime: “Nasıl?” diye sordum. “Nasıl bırakıp gidecektin sen bu şehri? Temelli bırakıp gidecektin üstelik. Hepi topu bir bavulluk eşya ile. Deliymişsin!”

Aklım almadı geçmişimi.

Çantalar mutlu, ben mutlu

“Pazarda gezelim biraz” dedi Holly cumartesi günü. Önce kuaföre uğradık, oradan Ihlamur üzerinden Beşiktaş’a geçtik. “Bir gün Ihlamur’a gelelim” dedim Holly’e. “Ama ıhlamurların açtığı, mis gibi koktuğu aylarda olsun”.

Yıllar var ki pazarda gezmiyordum. Beşiktaş’ta da bir pazar olduğunu ise tamamen unutmuşum. Her şey hem ucuz hem de güzeldi. Ufak tefek bir şeyler aldım. Siyah bir çanta beğendim. Holly’e fikrini soracaktım, yakınımda bulamadım. İleride tokacıların, takıcıların tezgâhlarına takılmış. Almak istemedim danışmadan. Belki haftaya tekrar gideriz, bulabilirsem alırım siyah çantayı.

Çantaları çok seviyorum. Bir dolu, renk renk, model model çantam var benim. Hâlâ yeni çantalara bakıyorum. Geçenlerde, “Bence sen çanta yapıp satmalısın” dedi renklipamuklar. “Çantalarla çok mutlu oluyorsun”.

Yok, yapamam bu saatten sonra. Sil baştan yeni emekler harcayacak güç ve sabır tükendi bende. Artık, ağır asfaltlarla inşa ettiğim bu çetin yolda gidebildiğim yere kadar giderim. Kısmetim yetinceye dek.

Halide olmak ya da olmamak

Elia Kazan ile evli Frances Kazan’ın yazar olduğundan habersizdim. Geçenlerde bir kitabını aldım, adı ‘Halide’. Neredeyse tüm pazar gününü Halide’nin sayfalarında geçirdim. Son günlerde okuduğum çoğu roman pek şaşırtmıyor beni. Mesela, ‘Tahran’ın Damları’nda neredeyse 50 sayfa öncesinde sonraki adımı seçebildim. Kitabın sonu ise başından belliydi. Halide’de ise iki yerde, yüksek sesle “Aaa!” diyerek çarpıldığım sahneler oldu. Sahneler gözümün önünde canlandı. 19. yüzyılın sonunda, bugün yaşadığım şehirde yaşamış kadınların çıkmazlarını, çaresizliklerini seyrettim. Nasıl elleri kolları bağlı...

Bir küçük, bir büyük hayal kırıklığı

Yaz akşamı peş peşe film izlemek çok cazip olmasa da yalnız geçen saatlerde daha sıcak bir seçenek bulamıyorum. Önce Yılmaz Erdoğan’ın ‘Neşeli Hayat’ını izledim ki küçük bir hayal kırıklığı oldu benim için. Birkaç yerde durdurmayı düşünsem de renklipamuklar’ın müthiş sözü aklıma gelince oturup izlemeyi sürdürdüm: “Sinemaya saygı!”

Basmakalıp olunabilir ama bu kadar mı? Bence bu kadar olmamalı.

En büyük hayal kırıklığını ise ‘Gecenin Kanatları’nda yaşadım. Beren Saat’i çok beğenirim. Çok güzel bir kız, iyi de oynuyor. Yazık olmuş, böyle kötü bir işte yer almasaymış keşke. Gülünç sahneler, insanın bilincini allak bullak eden sözlerle doluydu film. Can vermek üzere olan Fiko’nun son sözlerinde ekonomik -dolayısıyla üstüne basa basa sınıfsal- konumuna hayıflanması, filmin en radikal en hırçın karakterinin gençlerin aşkı karşısında çözülmesi, hele ki o eğreti söylemler... Yine “Sinemaya saygı!” diyerek ve biraz da filmdeki genç atletin hatırına devam ettim izlemeye.

Nejat İşler’i çok, çok beğeniyorum. Tam tarzım esasında. ‘11’e 10 Kala’yı bu akşam izleyebilirim umarım. Yağmur başladı başlayacak. Buralarda gök gürlüyor.

23.07.2010

Dejavu ya da sararmış bir tutam aşk

Sabah, “Bugün sıcaklık 40 derece olacakmış” dedi renklipamuklar. Üzerimde yeni lacivert elbisem, topuklu beyaz ayakkabılarım.
“Elbisenin boyu çok uzun değil mi?” diye sordu çıkmadan önce.
“Evet, bana da uzun geldi ama terziye uğramaya zamanım olmadı. Giymesem mi acaba?”
“Giy, o kadar kötü değil. Senin için uzun sadece”.
Renklipamuklar’ın üzerinde de tril tril bir elbise… Birlikte beğenmiştik.

Aynanın karşısından ayrılmadan önce görüntüme son kez baktım. Ve yıllar öncesine gittim ansızın. Hayatımdaki pek çok şeyin yeri, biçimi değişti evet. Fakat kimi zaman isteyerek uzaklaştığı noktalara, bilmeden sürükleniveriyor insan.

Kısacık lacivert bir elbisem vardı, dar sayılabilir. Oturduğumda, yürüdüğümde boyu dizlerimin epey üzerine çıkardı. Çok hoşlanmazdı o elbiseden. Suratını asar, aksileşir “Bu kadar kısa giymesen…” gibi sözleri geveler dururdu. Umursamazdım. Yüksek topuklu ayakkabılar giyerdim kısa elbiselerimle birlikte. Ona yetişebilmek için en yüksek olanlar… Yine de yetişemezdim.

Üzerinden yıllar geçti, nice köprülerin altından çok sular aktı. Fakat bir sabah ansızın karşıma çıkan görüntü, kartlar değişse de oyunun hemen aynı kurallarla döndüğünü yüzüme çarpar gibiydi. Boyu uzamış, daha az dar bir elbise. Daha alçak topuklularla, yıllar öncesine benzer.

Bir daha, bir erkeğe yetişmek için yüksek topuklular giymem asla. Ayak bileklerimin koparcasına ağrımasına katlanmam, gerek yok.

Masallar aşklara benzer, hep solar
Öyle sıcak ki bu havada masal yazılmıyor. Beyaz Masallar yine yarım kaldı. Yağmur kadın temmuz sıcakları ile buhar olup uçtu, N. zaten yoktu. Bilgisayarımın karşısında pinekleyip duruyorum. Neyse ki bu hafta işler hiç yoğun değil. Dergi matbaadan geldi, masamın üzerinde. Öyle huzurlu bir şey ki bu… Her yan rehavet içinde.

Bu akşam bir şeyler yaparız belki… Emirgân ya da Kuruçeşme, dingin. Taksim daha mı iyi yoksa, düşünmek için hiç ara vermeden.

15.07.2010

Hep biraz korkudur, aşk

Aklından ilk geçen “Çok erken” oldu, yağmur kadının. N.’nin kollarından kopardı kendini. Caddenin tüm kalabalığı yüzünü onlardan tarafa dönmüştü sanki. Donuk bakışlar üzerlerinde…

Yaz akşamlarında ateşböcekleri yanar söner. Yazın en sıcak gecesinde buldu ansızın kendini. Yağmur durdu, şehir durdu. Kalabalık kaldı sadece, iki kişiyi izlemeyi sürdürdü gözler. Yazın kavurucu sıcağını kanatlarına yüklemiş ateşböcekleri yüzüne çarptı yağmur kadının. Küçük küçük, ateş ateş…

Kollarından kopar kopmaz, N. ardında kalır kalmaz derin bir soluk! “Birdenbire… Nasıl oldu?”
Adımlarını hızlandırdı, sorgulamaları başladı. “Nasıl fark edemedim buna varabileceğini? Ya da yanlış anlattım kendimi, cesaret verdim”. Caddenin sonuna doğru, meydana yaklaştığında ancak ardına bakabildi. O da göz ucuyla… Seçemedi N.’yi. Sabaha karşı, hâlâ kalabalık bu şehir!

Bıraktığı yerde kalmıştı belli ki… Yok, olamaz. Kimse bırakıldığı yerde kalmaz.

Müşteri bekleyen taksiler otelin önünde uzanan geniş caddeye dizilmişti. Arkadaşları ile orada buluşurlardı dönüş yolunda. Herkes kopuk kopuk yürüdüğünde, o noktada tamamlanırlardı. Yine oradaydılar. Yüreğinde anlık ferahlık… Kısacık bir düştü yaşadıkları, gün doğduğunda hatırlanmayacak. Kimseye bahsedilmeyecek. Yağmurla birlikte yıkanıp gidecek.

Bir güç adımlarını durdurdu önce. Sonra yüzünü, bırakıp gittiği yöne doğru çevirdi. N.’ydi karşısındaki…
“Senden özür dilemeyeceğim” dedi N. “Sen düşünebilirsin ama…”
Beklemiyordu peşinden gelmesini, söylemesini, sormasını…
“Senden mi özür dileyeceğim?”
Gözlerindeki bulutları gizleyerek, “Aşktan…” dedi N. “Kaçtığın, orada öylece bırakıp gittiğin için aşktan özür dilemeyi düşünebilirsin belki”.

13.07.2010

Bir masalın ilk cümlesi…

Gecenin açmazlarına rağmen gün doğmasın istedi, hiç sabah olmasın. Bir yabancının yanında zaman su gibi avuçlarına dolarken avuçları küçüldü; gece kısaldı, uzadı... Bir tayın titrek heyecanı kapladı ruhundaki eprimişliği. Acemi bir telaş, yüreğini sardı saracak korkuyla beraber. Zaman su gibi avuçlarına dolarken sabah olmasın istedi; bir yabancının yanında, belki de uzağında...

Masaların çoğu boşalmıştı. Onların masada ise koyu bir sohbet sürüyordu. Saat gecenin üçü... Gözleri N. ile her karşılaştığında yüreğinde çarpışmalar yaşadı. Onun gözlerinde de… Şimşekler çakıyordu sanki. “Şaraptan” diye susturmaya çalıştı hissettiklerini. “Aşık olunmayacak kadın yoktur. Az votka, az şarap vardır. Öyle der, erkekler! N. de onlardan biri…”

N.’nin çoğalan ilgisi, sözleri günün ilk ışıkları ile birlikte solacak. Ertesi gün kaldığı yerden değil, alışıldığı yerden devam edecek. Büyük yalnızlıklarla…

Yağmur iyiden iyiye hızlanmış. Tesadüf mü bu? Hep güzde, hep yağmurda kesişmesi sevda yollarının? Peki, yolların nefes kesen yokuşlara dönüşmesi sonrasında?..

Nasıl olduysa… İki kişi en arkada kalmışlar. Sonraları fark etti, arkadaşları ile aralarındaki mesafe açıldıkça açılmış. N. durdu bir an, süzülen yağmur damlalarını tutmak, düşmelerine engel olmak istermişçesine elleri yağmur kadının saçlarında dolaştı. “Benimle gelsen…” dedi. Yağmur kadının gözleri N.’nin esmerliğinde…
“Nereye?”
“Gideceğim yere,”
İçindeki telaş azalmaya, korku ise çoğalmaya başladı. Son sözlerle cesaretsizlik kuşattı benliğini.
“Şimdi seni öpeceğim ve biz, birlikte bir masalı başlatacağız” dedi N.
İlerleyen arkadaşları kalabalığın içinde erimişti bile. Seçemiyordu artık onları. Kalabalığın yabancılığı içinde, N. herkesten daha tanıdıktı. Bir yabancının uzağında, belki de yakınında…

Caddedeki kalabalık akarken, yağmur yağarken. N. yağmur kadının yüzüne bir masalın ilk cümlesini yazdı.

9.07.2010

İmkânsızlıkla aynı yere yağdı, yağmur...

Gölgenin saçları hâlâ ıslak, bir ayağı yağmurlu sokakta… Çakmağa uzandı; diğer elinde sigara paketi… Sigara içmek için çıktı.
Ardından “Çok iyi çocuktur” dedi karışık adam. Alkol duvarına yaslanmış kız arkadaşı anlaşılır-anlaşılmaz konuştu:
“Çok yetenekli ama…” Çarpık bir gülümseyişle “Her şeyi bitirdi, bıraktı gitti…”
“Nereye?”
diye sormak istedi yağmur damlalarını izleyen kadın.

Damlalarda kendini bulurdu. Yağmurlu bir günde doğmuş, ilk kez yağmurlu günde aşık olmuştu. Yağmur gibiydi sözleri, belki kaderinden. Yağar yağar, dururdu.

Belki gözlerini okudular.
“Delinin teki işte! Bir dağ başına yerleşti” dedi karışık adam. Sonra birbirlerine döndüler, başkalarının duyamayacağı sesle konuşmaya başladılar.

Boşalan kadehini bir yenisi doldururken o kapıda belirdi. Buğday teni, kirli sakalı, kömür karası yorgun gözleri ve siyah gömleği ile… Daracık bir kot pantolon üzerinde. Elleri soğuktan kızarmış, şaraba sarıldı.
“Bir dilek ağacı nasıl olur?” diye sessizliği bozdu, telefonunun ekranından gözlerini ayıramayan kadın. “Dekorun orta yerinde bir dilek ağacı… Her gelen en samimi hâliyle dileğini söyler”.

Yağmur kadın ayaküstü samimiyetlere inanmazdı pek. Ona göre; mesafeler vardı herkes ve her şey arasında... Zamanla azalabilirdi ancak. Uzunca zamanlarla...
“Geliştirsene şunu” dedi fikri bulan, sessizce duran yağmur kadına.
“Yapamıyorum” dedi üzüntü içinde. “Yazıymış gibi düşünmeye çalışıyorum fakat olmuyor”.
Gölge, kömür karası gözleri ile yağmur kadına baktı, sordu:
“İşin ne ki senin?”
Kelimeleri yutarcasına söyledi. Çekindi sonrasında işiteceklerinden. Onun nedenlerinden, nedenlerinin kendininkilere benzemesinden korktu belki de.
“Aynı meslektenmişiz” derken çakmağı yaktı söndürdü, yaktı söndürdü. “Ben bıraktım…”
Yağmur kadın kimseye sormazdı, “Neden, niçin?” diye. Bir erkeğe asla sormazdı. Nasılsa… Sordu:
“Nasıl bıraktın, bırakabildin?”
“Hayatın geçtiğini fark ettim, bilgisayar karşısında hem de. Bir gece sabaha karşı bıraktım her şeyi…”
Yağmur kadın kendini onun yerine koymaya çalıştı. Yok, bırakıp gidemezdi kolay kolay; adresleri, isimleri, alışkanlıkları… Anılardan bile vazgeçemezdi kolaylıkla.

Şafağa yakın ve ansızın. Her şeyi bırakarak gidebilmek… İmkânsızlıkla aynı yerde duruyordu.

8.07.2010

Aşka dair tek bir kelime dahi kalmamıştı dağarcığında

Ve bir masal yazmak düşer yazıcıya… Karanlık masallara dökülecek ışık huzmelerini bulmak içindir bunca uğraş.


Tüm isteği kendi kendine kalmaktı, rahat bırakmadılar. Telefonu susmak bilmedi. Sonunda pes etti. Islak saçlarını özensizce kuruttu, dalga dalga bir deniz oldu saçları. Gecenin karanlığında aydınlık renkleri sever. Beyaz bir kazak giydi üzerine, gözlerinin üzerine ışıltılı renkler sürdü. Kapıyı üst üste kilitledi, daha güvende hisseder böyle olunca.

Hava çoktan kararmış, yağmur yağdı yağacak. Şimdi evinde olmalıydı. Hiçbir şey yapmasa, dinlenirdi en azından. Ama her zaman olduğu gibi rahat bırakmadılar işte.

“Meydana yakın bir yerde durabilirsiniz, şu ışıklarda olabilir” dedi şoföre. Işıklar ve kalabalıklar içindeki caddeyi görünce sokakta olmakla iyi ettiğini düşündü bir an. Çoğu gece olduğu gibi “İyi ki ısrar ettiler” diye aklından geçirdi. Sonra… Gecenin kalanını düşününce… Çekili perdelerin, kapalı kapıların ardında olmak yeğdi sanki. Ağırlaşan göz kapakları, ağırlaşan gece ve midesindeki o çalkantılar… Ruhuna akseden şarabi çalkantılar… Sabahlara daha güç uyanılır böyle gecelerin ardından.


Kuytu sokaktaki yağmurlu gölge
Arka sokaklarda, kalabalık mekânların arkasında kuytu bir köşedeydi arkadaşları. Geceye erken başlamış epey yol almışlardı. Bildik konularda dönüp dolaşıyorlardı. Yok, hiçbir şeyden söz edemeyecekti. Aşka dair tek bir kelime dahi kalmamıştı dağarcığında. Ve saklamıyordu bunu…

“Karnım aç esasında. Üşendim, hiçbir şey yemedim” dedi. Kızarmış patates istedi ortaya. Dört kişilik masada, üç kız arkadaştılar. En sessizleriydi. Dinlemek en güzeli… Davetsiz bir misafir boş kalan sandalyeyi doldurdu. Arkadaşının sevgilisi… Saçları gibi, yüzü gibi, kendi de karışık bir adam. Patateslerin tümünü o yedi. Yine istedi. Aklı almadı, üç kadının bitiremediği bir tabak patatesin tek başına bir adama yetmemesini… Saçları, yüzü ve kendi karışık adam peş peşe sorular soruyordu.
“Senin sektörüne yabancıyım. Yaratıcı fikir çıkmaz benden” dedi ikna etmeye çalışarak. “Bence bizden umudu kes”.
“Bu gece bana yepyeni, bambaşka bir fikir lazım” dedikçe, yüreklerden geçen kadınca sözler rafa kalktı.

Yağmur damlaları sıklaşınca üşüdüler, kapalı yere geçtiler. Eskimiş masalar, sandalyeler; eski tarihli gazeteler dağınık, her yerde. Onlar iki sevgili birbirlerine karıştılar, geriye kalan iki kişi yalnızlığının içine çekildi. “N. geliyor” dedi, telefonla konuşan karışık adam. Yağmurlu pencereden Tarlabaşı’nın karanlık, izbe sokaklarını izliyordu. O sokakta duran, yaşayan herkes en acılı romanın başkahramanıydı sanki.

İncecik bir gölge belirdi bir zaman sonra, belki asırlar sonra. O binlerce yıldır aynı masada, aynı sokakları izlemeye koyulmuşken. Karışık adamla sarmaş dolaş oluverdi gölge. Elini uzattı; nasıl soğuk, nasıl üşümüş. Gölge adını söylerken bilerek yüzüne bakmadı, ilgilenmez göründü. Karşısındaki sandalyeye süzüldü. Sokağın soğuğu sadece ellerinde değil, yüzündeydi aynı zamanda. Gözleri kızarmış, dudakları çatlamıştı.
“Ne içiyorsun?” diye sordu gölge.
Kadehini uzattı ona doğru, ilgisizce. İlgisizliğini yüzüne çarpa çarpa.
“Ben de şarap içeceğim” dedi. Gözleri şarabın koyuluğunda...

3.07.2010

Haziran bitti bile

“Haziran bitti mi? Yaşanan haziran ise bunca sağanak nereden musallat oldu hayatımıza? Yanardağ mı? Yurtdışına çıkmış arkadaşlarımı ilgisiz limanlarda mahsur bıraktığı yetmemiş miydi? Zaten batmış ülke ekonomilerini daha da beter yerlerde süründürmemiş miydi üstelik! Sonrasında bu sağanaklarla mı hatırlatacaktı kendini?”

Aynı sözleri tekrarlayıp duruyorum. Haziranın son haftalarında bile dinmek bilmeyen yağmurlardan, bulutlu gri gökyüzünden fenalık geldi. Ortancaların boynu iyice büküldü, renkleri soldu. Karalahana hiç yemediğimi duyan Emine Teyze çığlık atmış ve ertesi hafta bahçeye lahanalar ekmişti. Ekolojik dolma yapacaktı bize. Yağmurlar yüzünden Emine Teyze'nin lahanalar ağaçlaştı, boyları boyuma yaklaştı.

Eskiden en sevdiğim kareler yağmurlu olanlardı. Mesela, bir saçağın altında iki kişi ya da birlikte paylaşılan bir şemsiyenin etrafında… Islanmış saçlarla sığınılmış bir kafede, camlarda yağmur damlaları…

Şimdi ise arkadaşlarımın kır düğünlerini berbat eden son yağmurlar yüzünden küstüm, en romantik kareleri kalbimden sildim. Güzel dileklerim, pırıl pırıl ve güneşli günlerden yana.

Güzel dilekler… İyiliklerden, güzelliklerden ve güneşli günlerden bahsetmeye her zamankinden çok ihtiyacım var. Mutlu filmler izlemeyi, belli ki hazin bir sonla noktalanacak romanı bir an önce bitirmeyi, bugün yaptığım sütlacı bol tarçınla yemeyi düşünüyorum.

Yarın… Dilerim güzelliklerle dolu bir sabah olur. Hani sıcacık güneşin altında buz gibi bir meyve kokteyli kadar serinletici. Ege'de tatil kadar dingin. Ve gerçek mutlulukla gelmiştir, temmuz. Yarın çalar kapıyı...

Gerçek mi?

Bana ve bizim kızlara göre Starter sergisinin en çarpıcı köşesiydi.

Yaklaşık çevirisi şöyle: “Türk erkekleri hakkında duyduğunuz her şey gerçektir”.

27.06.2010

Biraz da olsa güneş vardı bugün

Aslında bitirmem gereken iki yazı vardı. “Gece çalışırım” diye düşündüm ve Taksim’e gittim. ARTER’i görmek ne zamandır aklımdaydı. Starter’ın küratörlüğünü René Block yapmış. Vehbi Koç Vakfı Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndan İşler… Gerçekten çok başarılı bir sergi olmuş.

“Çalışmam lazım” diyerek erken ayrıldım arkadaşlarımın yanından. Akşama belgesel sinema izleyerek devam edeceklerdi. Evimin yolunu tuttum, tıngır mıngır… Dönüşte önce pastaneye, sonra da pizzacıya uğradım. Sabah kahvaltısında pamuk ekmeklerden sandviç, öğle yemeğinde soslu makarna yemiştim. Akşam yemeğinde pizza, akşam yemeğinden sonraya ise çikolatalı kruvasan.

Karbonhidrat yüklemesi ile felaketimi hazırladığım bir gün!

King Kong’un bile yüreği var!
Pizzalar kucağımda eve dönüyordum ki apartmandan gelen çığlıklarla olduğum yerde kalakaldım. Yine onlar… Apartmanın en geniş ve en lüks dairesinde yaşayan korkunç sevgililer. Geçen yazdı galiba. Gece yarısını geçmişti. Kız avaz avaz bağırarak yardım istiyor, sevgilisi ise acımasızca kıza vuruyordu. Neredeyse tüm apartman dışarı dökülmüş, karakola gidilmişti. Kızın yüzü darmadağın, sevgilisi ise delirmiş gibiydi. Sonradan duydum ki genç kız şikâyetçi olmamış. Üstelik “Nişanlımı seviyorum, aramızda sorun yok” gibi sözler söylemiş.

Bir dargın bir barışık sevgililer bu akşam yine kapıştılar. İlkinde çok üzülmüş, kız için ağlamaklı olmuştum. Şimdi öyle hissetmiyorum. Dev goril King Kong’un bile yüreği varken böylesine acımasızlaşabilen bir erkeği kim, nasıl ve niye sevebilir ki? Adamın çok iyi para kazandığı, ciddi bir konumu olduğu ortada. Şaşırtıcı olan böylesi bir konumda bu kadar korkunçlaşabilmesi, daha da anlaşılmazı gencecik, kendi ayaklarının üzerinde durabilecek bir genç kızın o adama her şekilde katlanması…

Aklım almıyor. Gerçi şu hayatta aklımın almadığı, yapmam dediğim öyle çok şeyi bizzat yaşadım ki... Bir kötek yemediğim kalmıştı, bunca lafın üzerine o da gelir mi gelir başıma!

25.06.2010

Ömür törpüsü sevda hâlleri

Günlerdir. İstanbul yağmurdan sellere kapıldı, ben ise… Duygu sellerinde sürükleniyorum. Değil aşk, aşkın yakınından geçen sevda hâlleri bile bana yaramıyor. Aşk ömrümü törpülüyor. Belki de sevda rüzgârlarını yapraklarımda estirenlerden, hep böyle.

Hep fırtınayı bulurum. Sevdiğim, seçtiğim… Hep boran, hep tipi. Akıllanmam, benden ne köy ne kasaba…


Tırmalama saatleri
Sabah ofisten içeri adım atar atmaz, telefon zır zır! Acılı ses tonuyla çırpınan asistan kız “Ihlamur Hanım, dün iletmeniz gereken söyleşi metni hâlâ ulaşmadı. Bekliyoruz. Biliyorsunuz ki…” diye zaten bildiğim konuyu açıkladı da açıkladı.
“Bir saniye” dedim. “Bilgisayarımı açıyorum”.
Emin olmak için outlook’umun da açılmasını bekledim.
“Dün, saat 23:58’de adresinize düşmüş olması gerekiyor. Size iletilen saat bu ve ben de cc’deyim”.
Kızın tenkit etmeye yakın sesi inceldi, “Sanırım server’ımızda bir sorun var ve…” diye başladı. Bir saatten fazla zamanım farklı adreslere aynı metni geçmeye çalışmakla, ardından ulaştı-ulaşmadı konuşmaları yapmakla geçti. Sonrasında dağıldım gittim.


Tarih öncesi ve ondan sonrası
Gün boyu onu oraya, bunu buraya, şunu şuraya koydum. Olmadı, ortaya çıkan yazıyı hiç sevmedim. Anadolu Uygarlıkları bilgim çok zayıftır zaten. Türk-İslam ile Avrupa yormuyor da İ.Ö.’de tam anlamıyla tırmalıyorum.

Belki de güçlük İ.Ö.’de değildir. Tüm düzenim değişti, aklım karmakarışık.


Kahreden olasılıklar
Sahildeydik, ikimiz. Sormuştu:
“Birine çok aşık olsan ne yaparsın? Belli eder misin?”
Beklemediğim bir soruydu. Jet hızıyla aklımda maddeler oluşturmuştum.
1) Birbirimize aşık olabilme ihtimalimizi düşünüyor olabilir.
2) Daha beteri, ona aşık olduğumu anladı!
3) Ya da beterin beteri! Birine sırılsıklam aşık oldu, ne yapacağını bilemiyor. Akıl sormak için de beni seçti!!!

Sıraladıklarımdan korkarak “Bana kalır, öyle kalır orada” diye geçiştirmeye çalışmıştım.
“Çok diyorum ama… Çok sevsen”.
Kararlılıkla, “Çok sevsem de”.
Karşıyı seyretmişti bir süre, Topkapı Sarayı ve Ayasofya görünüyordu durduğumuz yerden. Ben ise yosunların rengini alan gözlerine kaçamaklar yapmıştım. Ondan habersiz.

O zamandan bu zamana…

1) Hâlâ benden habersiz.
2) Bana layık bir erkek olmadığı inancında dönüp duruyor.
3) Umurunda değilim.
4) En dayanılmazı, süregelmiş ve süregelecek soru işaretleri...

24.06.2010

Bir peri kızının sağanakları

Bir peri kızının sihri çiçeklerin rengini boyamaya yetebilir. Fakat yağmura… Gün boyu ve hâlâ İstanbul’un gökyüzünü terk etmeyen sağanak yağmur, çiçeklerin boynunu büktü.

Takside ağlamak huyundan vazgeçmeliyim. Aptal durumuna düşürüyorum kendimi… Fakat aynı çiçeklerin boynunu büken sağanak yağmur gibi benim de sağanaklarım var ve bir yere kadar durabiliyorum karşısında.

Kaderim bu... Bir günüm güzel geçerse ertesi gün hâlim duman. Bir gün işlerim yolunda giderse ertesi gün perişanlık. Bugün dünün aksine sefil bir gündü.

Hayat bir ömür bahar değil, olamaz elbette. Bir ömür güz olmasın mevsimim, mevsimimiz. İsteğim bu…

Hep o şarkının yüzünden oldu. Rafet El Roman hiç dinlemem esasında. Mesleğe ilk geçtiğim yıllarda birlikte çalıştığımız bir arkadaşım vardı, sürekli dinlerdi. Nişanlıydı. Nişanlısının onu aldattığını öğrenmişti bir gün ansızın. Gizlediği bir başka telefon hattı olduğundan, o telefon hattının ucunda bir başka kadının varlığından habersizdi. Bembeyaz bir yüzle anlatmıştı bunları bana. İşte, bugün ansızın onun en çok dinlediği o keder dolu şarkı çalmaya başladı takside. Arkadaşımın aldatılışı gibi habersizce yakalandım acı sözlere…

Camı açtım; bulanık, pis bir hava dışarıda… Yok, gözyaşlarım durmuyor. Aksi gibi taksi şoförü de gencecik bir adam; gözleri aynada, yüzümde. Makyajım aktı, gözlerimi yaktı. Aradığım mendili nihayet buldum ki papatya esanslıymış. Gözlerime değince daha da yandı. Daha çok aktı yaşlarım…

Ağladım.
Arkadaşıma ağladım, evlendi onunla.
Kendime ağladım.
Yorgunluğuma ağladım. O yıllardan bu yıllara…
Onu delice özlemelerime, özledikçe kendimle cebelleşmelerime ağladım.
Yol kenarında Şam fıstığı satan küçük çocuğa...
Buse’ye çok ağladım.

20.06.2010

Peri kızı

Çiçekleri istediği renklere boyayabilen bir peri kızıydı esasında. Yalan söylemişti, “Akçaorman’da bir ıhlamur ağacıyım” diye. Evet, bir akçaormanı vardı. Kumruların ağaç dallarına yuva yaptığı, gülleri yediveren, açelyaların ve sardunyaların her kışın ardından yine açtığı bir akçaorman. Üstelik, pembe ortancaların rengi artık iyiden iyiye mavi olmuşken. Aralarda pembe ile mavi arasında mordan gökkuşakları…

Çiçekleri istediği renklere boyayabilen bir peri kızıydı esasında. Söylediği tek yalan, akçaormanda bir ıhlamur ağacı olduğu değildi. “Beyaz bir tuvale her şeyin yapılabileceğini” de söylemişti. Hatta “Mutluluğun resmi bile…” yazabilmişti, bembeyaz harflerle.

Oysa mutluluğun resmini yapmak akçaormana bir fide dikmeye, bir çiçeği yeşertmeye de benzemiyordu. Pembe açan ortancaları, maviye mora boyamaya hiç benzemiyordu. Mutluluğu arayışları… Bulamayışları… Kanatlarını incittikçe incitiyordu peri kızının. Kanatları oyadan incecik işlenmişti. Annesi işlemişti, mutluluğa uçsun diye.

Kirpiklerine yağmurlar indiğinde peri kızının, “Büyüdüğünü sanıyorsun!” dedi annesi. “Artık hiç sözümü dinlemiyorsun, hep kendi bildiğini okuyorsun!”

Büyüdüğünü sanıyordu peri kızı. Hâlâ büyümemiş olmak mümkün müydü? Yaşadıklarını sıralıyordu. İlk aşkını, ilk terk edilişini… Bir daha terk edilmemek üzere sevişini, sevemeyişlerini… Katettiği yollara, yıllardır ona buna armağan ettiği emeklerine dönüp bakıyordu. Mesafeler gözünü alıyordu. Katedemediği yollara hiç çevirmiyordu bile başını. Onlar öyle ıraktı. Kazandıkları çoktu elbette, fakat kaybettiklerini sayıyor sayamıyordu peri kızı.

Sordu peri kızı, yağmur inmiş kirpikleri ile:
“Hâlâ büyümemiş olmak mümkün mü?”