30.05.2009

Ege’de yorgun ve yalnız bir dalgaydım

“Öyleyse bir konuda anlaşalım” dedi. “Bavulun benim için yük değil. Fırsat buldukça çekiştirmeye bir son ver, olur mu?”
“Olmaz”
dedim. “Yükümü, bavulumu kendim taşırsam daha rahat ederim.”
“Her konuda bu kadar kararlı mısındır?”
“Çoğu zaman.”

Derin bir nefes aldı. “Senin için hayat hayli zor olmalı” dedi.

Haklıydı. Benim için hayat hiçbir zaman kolay olmamıştı ve bu saatten sonra kolaylaşmasını beklemek gibi bir derdim yoktu.


Balıkçı barakalarını işaret etti. “Burada alıştığın tarzda pansiyon bulmakta zorlanabilirsin. Köylülerin evleri iki-üç katlı ve yaz aylarında katları kiraya veriyorlar.”
“Ev sessiz ve denize yakın bir yerdeyse olabilir.”

Bir şey söylemedi.

Barakaların önüne ağlar serilmişti. Güneşte kurumuş ağlardan keskin bir koku yükseliyordu. Biraz yosun, biraz tuz kokuyordu hava. Küçük sinekler havalanıyor, yüzüme koluma yapışıyordu. Sineklerden kurtulmaya çalışırken ayağım ağlardan birine takıldı. Düşüyordum ki… Elimden tuttu.

Unutmuşum, düşmek üzereyken bir elin uzanmasını…

“Dikkat et” dedi. Bir şey söylemem, en azından teşekkür etmem gerekirdi.

Yapamadım.


Midye kabuklarını ezerek kumsalda yürümeye başladık. Güneş tepeye doğru yükselmeye başlamıştı. Ayakkabımın içine kum taneleri doldu, doldukça yürümem güçleşti.
“Daha çok var mı?” diye sordum.
“Yoruldun mu?”
“Yorulmak değil de ayakkabılarla rahat yürüyemiyorum” diye cevapladım.
“Çıkar ayakkabılarını…” dedikten sonra durdu ve bekledi. Ayakkabılarımın bağcıklarını çözdüm, kum yakıcıydı. Ayağımı basar basmaz hissettiğim sıcaklıkla zıpladım ve denize koştum. Güldü. Katıla katıla güldü. Gülerken sordu:
“Senin burada işin ne? Her şey dahil otellerden birine gitsen daha rahat etmez miydin?”

Uykusuz, yorgun ve tanımadığım bir köyde yalnızdım. Başımı sokacak bir çatım olmamakla birlikte İstanbul’a geri dönüş biletim de yoktu. Üstelik her hareketime şaşıran biri karşımda gülüp duruyordu. Dalgaların serinliğini hissedince rahatladım. Sonra yengeçleri gördüm ve karşımdakinin sinir bozucu gülmelerini unutuverdim. Şeytanminareleri ile oradan oraya gezinip duruyorlardı.

Yengeçleri izlemeyi çok özlemişim.

“Şu iskele var ya… Koyun en sakin yeridir. Oraya bırakacağım seni” dedi.

Ahşap, eğri büğrü iskelenin uzandığı deniz daha çok bir gölü andırıyordu. Suyun dibindeki taşlar, kumda iz bırakan balıklar açık seçik ortadaydı. Büyülendim.
“Harika bir yer” diye bağırdım. “Burada bir ömür yaşabilirim!”

Bu defaki gülümsemesi belli belirsizdi.

İskelenin arkasındaki iki katlı eve doğru yürüdü. Gülkurusu boyalı, pencerelerinin önü kırmızı sardunyalarla dolu küçücük bir evdi. Sardunya ve pembeli beyazlı güllerle çevrilmiş küçük bir bahçesi vardı. Evin eski kapısını çaldı. Biraz sonra yaşlı bir yüz göründü. Yaşlı adam mevsime göre kalın giysiler giymişti. Üşüyor olmalıydı. Coşkulu sesler yükseldi. Konuşmalarının bitmesini beklerken kaya balıklarını saymaya çalıştım. Çoktu, sayamadım. İşaret edince, yanlarına gittim. Nedense sabah sabah kapısını çaldığımız yaşlı adamdan çekindim.
Ancak “Merhaba” diyebildim. Sıcakkanlı biriydi.
“Hoş geldin kızım. Hatice Teyzen bu hafta temizleyiverdiydi yatağı döşeği. İçine doğmuş geleceğiniz…” diyerek içeri gitti. Büyükçe demir bir anahtarla geri döndü. Anahtarı ona verdi, o da bana uzattı. Küçücük evi, çiçekli bahçeyi o kadar sevmiştim ki anahtarı geri isterler korkusuyla sıkıca tuttum avuç içimde.

Evin ahşap kapısı gıcırtıyla açıldı. Odanın içi beyaz sabun kokuyordu. En sevdiğim mutlu koku… Anneannemin sandık kokusu.

Odada ahşap bir masa, dört ahşap sandalyeden başka eskice bir gardırop duruyordu. Mutfak kutu kadardı.
“Sıcak su var mı?” diye sordum yaşlı adama.
“Güneş ısıtmalı bizim evler” diye cevapladı. O ise kapının girişinde bekliyordu.
“İhsan Amca, misafirimiz buranın yabancısı. Hatice Teyze ile sana emanet” dedikten sonra…

Gidiyor muydu?

Ardından yetiştim. Henüz bahçeden çıkmamıştı. Pembeli beyazlı güllerin arasındaydı. Gülümsedim. Kurumuş güllerden birini kopardı, attı.
“Çok teşekkür ederim” dedim.
“Burada rahat edersin” dedi.
“Rahat edeceğime eminim.”
“Hadi hoşça kal”.


“Nereye gideceksin?” diye sormak isterdim. İsterdim ama bugüne dek giden kimseye “Nereye?” sorusunu sormamış, soramamıştım.

“İnci” dedim arkasından. “Adım İnci.” Durdu.
“Mehmet” dedikten sonra… Ezilen midye kabuklarının çıtırtısını duydum. Ahşap iskelenin ayağına bir dalga dolaştı. Ege’de yorgun ve yalnız bir dalga… Kendi kadar yorgun ahşap iskeleyi bırakmak istemediğini hissettim. Koparıp attığı kurumuş gülü aldım. Toprağın ıslaklığı ile nemlenmişti.

Oldum olası kitaplarımın arasında çiçekler kuruturdum.

28.05.2009

Henüz adını bilmiyorken…

“Çay karanfil kokuyor” dedim. Bakışları karşı kıyıdan uzaklaştı, yüzüme bakmadan “Hasan Ağabey demlerken çayın içine karanfil atar” dedi. Sanki, gözleri karşı kıyıda dolaştıktan sonra bir kadının yüzüne bakabilmek olanaksızdı onun için. Bakışları masa örtüsünün desenlerinde, çay kaşığının kabartmalarında gezindi.

Konuşmadı bir süre.


Mevsim sıcaklığını hissettirmeye başlamıştı. Bavulumun fermuarını açtım ve panikledim. Bu kadar az öteberiyle nasıl idare edecektim? Güneş losyonumun kapağını açtım. Sordu:
“Ne yapıyorsun öyle?”
“Güneş losyonu sürüyorum” dedim. Bakışlarındaki hayreti sezince açıkladım:
“Bunları kullanmadan Güneş’te fazla kalamam da...”
“Bir bardak çay daha içelim mi?”

“İçelim” diyemezdim. Bu cevap fazlasıyla iki kişilik olurdu. Tek kişiydim oldum olası…
“İçebilirim” diyerek cevapladım. Bu imayı anladı mı? Belki fark etmedi bile…


Karanfil kokulu çay çok güzeldi. Genç garsonun gözleri ışıl ışıldı. Deniz masmaviydi. Karşı kıyı… Karşı kıyı ise muammaydı. Sordum:
“Karşısı neresi?”
“Bilmem. Uzak bir yer işte...”
Kot pantolonunun cebinden çıkardığı bozuklukları masaya bıraktı.
“Bozuk paran yoksa…” dedim. Vardı ve masanın üzerindeydi bozukluklar.
“Gördüğün gibi var” dedi. Sinirlendi mi biraz?
“İçtiğim en güzel çaydı” dedim, duymazdan geldi.

Bavulları yüklendiği gibi yürümeye başladı.
“Pansiyon sormuştun. Kalacağın yerde lüks ve konfor arıyorsan buralarda bulamazsın.”
Yüzümden sıcak bir dalga geçti.
“Lüks ve konfor peşinde koşsam bir köye gelmezdim herhalde!” dedikten sonra durdum. Yürüsem de adımlarına yetişmem mümkün değildi zaten. Onu izlemediğimi görünce yürümeyi bıraktı.
“Güzel. Öyleyse çadır ayarlayalım sana.”
Yanına gittim, bavulumu çektim, aldım.
“Başımın çaresine bakabilirim.”


Yanından uzaklaştım. Bir yabancı olsa da bir erkeğin yanından uzaklaşırken dönüp bakmamak gerektiğini bilirim. Bilirim, fakat...

Keşke orada öylece durmasaydı. Aksi yöne doğru yürümeye başlasaydı. Bir kayığa atladığı gibi denize açılsaydı. Ne bileyim, bir şeyler yapsaydı ama orada öylece bakmasaydı.

Geri döndüm.

İçimi, dışımı kırık döküklük sardı. Henüz adını bilmiyorken…
“Daha önce karanfil kokulu çay hiç içmemiştim” dedim.

26.05.2009

Yalnızca sessiz bir yolcu değildi artık

“Bavulum ağır değil” dedim.
Tanıdık simalar arayan kayıp bir çocuk telaşıyla yüzümde ifade aradı. Bulamazdı ki. Çok önce öğrenmiştim, eğer yüreğimle birlikte çarpan bir şeyler olursa... Onları yalnızca yüreğimde yaşamayı, yalnızca yüreğimde gizlemeyi.

Sırt çantasından başka büyükçe bir spor çantası daha vardı. Yükünü sırtladı ve yürürken güneşin kavurduğu topraktan toz kalktı. Ardından seslendim:
“Buralarda bildiğiniz bir pansiyon var mı?”

Durdu. Gülümsedi mi? Yok, gülümsemedi. Bana öyle gelmiş olmalı. “Biraz yürümek zorundasın” derken, küçük bavulumu elimden almıştı bile.


Karşımızda uzanan yol çiçekler içindeydi.

Mor dikenler, sarı papatyalar, mine çiçekleri… Katırtırnaklarının kokusu sıcak havada içilen ılık bir şerbet gibiydi. Arnavut kaldırımı yolda ilerlerken İstanbul sokakları aklıma düştü. İhtimal, gözlerim ıslanabilirdi ki Ege’nin sesini duydum. Uzak adaların kıyılarına varıp, geri dönen dalgaların sesini. Tek katlı dükkânların, balıkçı kabinlerinin ardında olmalıydı tekneler, gümüş balıkları, denizkestaneleri…


Katırtırnaklarının baygın kokusundan kurtulup, yosun dolu tuzlu kokuyu içime çekmek istedim. Ah, bu mavi… Deniz ile gökyüzünün kusursuz birlikteliği. İşte, birazdan kavuşacağız.
“Orada daha ne kadar beklemeyi düşünüyorsun?”
Tamamen aklımdan çıkmıştı. Onu unutmuş, düşüncelere dalmıştım. Balık ağlarının yanında durmuş, bakıyordu. Yanına koştum, geri almak için bavulumu çekiştirdim; bırakmadı.
“Ama yoruldunuz...” dedim. Duymazdan geldi,
“Burada Hasan Ağabey’in çay bahçesi var. Çayı nefistir” dedi.

Bavulumu çekiştirmekten vazgeçtim.


Çay bahçesi tenhaydı, denizin yanı başındaydı. Birkaç adım sonrası kumdu, denizdi. Ahşap masalara rengârenk örtüler serilmiş, her masaya bir saksı çiçeği konmuştu. Denize en yakın olanına geçtim.

En uzağımdaki sandalyeye oturdu.


Ege’deki küçük çay bahçelerinde masaya önce su getirilir. Cam sürahileri buğulandıran su, dağ suyudur. Tadı… Dağlarda açan bitkilerin ıtır kokusu işlemiştir tadına. Buz gibi sudan bardak dolusu içtim. Beni izledi mi? Yok, hayır izlemedi. Bana öyle gelmiş olmalı.


Masamızda, iki bardak çay. Tek şeker attı çayına, sanki bile bile biraz gürültülü karıştırdı şekeri. Karşı kıyıya bakıyordu. Gözlerimi yüzünde gezdirdim.

Gecenin sönük ışığında, yüzündeki derin çizgileri gizleyen sessiz bir yolcu değildi artık.

22.05.2009

Masal Sevgili gitmemiş, karşımızda uzanan yol çiçekler içindeymiş

Otobüste kalan yolcu sayısı bir elin parmağı kadar. Yanımdaki sessiz yolcu da inmedi henüz. Günün ağarması ile birlikte kitap okumayı bıraktı ve ikinci kez konuştu:
“Kahve lütfen, şekersiz ve sütsüz.”


Bir önceki konuşma ikimiz arasında geçmişti. Otobüsün mola verdiği bir terminalde sigara uzatmıştı.
“Bıraktım” demiştim.
“Ben de bırakacağım. Yakında…” Ardından en uzağımdaki masaya oturmuştu.


Kahvesini içerken zeytin ağaçlarını, ağaçların arasına serpilmiş keçileri izlemeye koyuldu. Uzaklaştıkça İstanbul’u özlemeye başlamıştım. Sanki yeryüzündeki herkes her an birinin, bir şeylerin özlemini çekerek yaşıyor gibiydi. Yanımdaki sessiz yolcu da bir şeyleri özlüyor olmalıydı. Fakat belli etmiyordu özlediği birileri, bir şeyler varsa da.


Kış aylarında altından gürül gürül yağmur sularının aktığı köprülerden geçerken otobüs sarsıldı. Köprülere vardığımıza göre kıyı yakınlardaydı. Ege’de denize yakın yerlere köprüler kurulur. Bunu bilecek kadar tanırım Ege’yi…


Otobüs otobandan toprak bir yola saptı. Zeytin ağaçları çoğalmıştı. Bir zaman sonra küçük bir garajda durdu. Yolculuk sona ermişti. Kitabımı, hırkamı derledim topladım; saçlarımı düzelttim.


Kalan yolcu sayısı bir elin parmağı kadardı. Küçük bavuluma kavuşmam kısa sürdü. Ağır değildi. İçinde iki-üç blue jean, birkaç bluz ve kitapla, makyaj malzemelerim vardı. Çoktan gittiğini sanmıştım. Meğer gitmemiş. Sordu:
“Yardımcı olmamı ister misin?”


Esen rüzgârla deniz kenarına vuran yosunların kokusu duyuldu. Karşımızda uzanan yol çiçekler içindeydi.

20.05.2009

Deniz kenarında sakin bir yere gidiş; dönmeyiş

Küçük bir bavulum var. İki-üç blue jean, birkaç bluz ve kitapla, makyaj malzemelerimi alacak genişlikte. Ütüsüz olmasına aldırış etmeksizin elime geçenleri doldursam bavula. Taksi durağının ezberlenmiş numarasını çevirmesem, yoldan geçenlerden birini durdursam. Ön kapısında bir durak adının yazılı olup olmadığı aklımın ucundan bile geçmese.

Otogarda, “Deniz kenarında sakin bir yere…” desem bilet satan adama.


Gideceği yeri bilmediğim, bilmekten öte umursamadığım bir şehirlerarası otobüsün yalnız yolcusu olsam. Başımı yaslasam cama, şehrin ışıkları yansımış olsa. Yüzüm de, gözlerime yerleşen yorgunluk da… Yanımdaki koltuk boş olsa.


İstanbul sınırlarından çıkmak üzereyken otobüs dursa. Otobüsü durduran son yolcu, yanımdaki boş koltuğun sahibi olsa. Hiç konuşmasa, “Merhaba” bile demese bana. Okumaya başladığı kitabın sayfalarını sessizce çevirse. İstanbul'dan uzaklaştıkça ağlamak istesem, ağlayamasam. Paylaşmak istesem biriken gözyaşlarımın onca nedenini... O dakika fark etsem yanımdaki sessiz yolcunun kitap okumayı bıraktığını, hissetsem ardımızda kalan İstanbul’u şimdiden özlediğini.

Anlasam ki o Masal Sevgili.

Deniz kenarında sakin bir yere doğru yol almayı sürdürse otobüs.

18.05.2009

Bir dokunuş ile tuzla buz olacak beyaz masallar

Kelimelerin çözümsüzlüğe dönüştüğü gecelerde masallar yazarım. Bir dokunuş ile tuzla buz olacak masallar… Okunur; çoğu zaman okunmaz. Masallarımın sonu kimi zaman taze karanfil kokusuyla son bulur, kimi zamansa denizyıldızlarının sönmüş ışıltılarını bırakır geceye.


Masal Sevgili ile başlıyor masal. Kelebek ömrü kadar olsa da bana gelmiş Masal Sevgili, bana kalmış. Dingin bahçede, pitikare örtülü masanın etrafında yalnızca iki kişiymişiz. Başkaları yokmuş, kalabalıklar uzakmış. Masada küpeçiçeği, kahve fincanları... Durduk yerde,
“Ayçöreği alalım” demişim ona. Sormamış, sorgulamamış. Sanki anlamış bu masalın rayihasının ayçöreklerinden geleceğini...


Pastaneye gitmişiz. “Bütün ayçöreklerini istiyoruz” demişiz. Pastaneci fırından yeni çıkmış çörekleri gösterip “Hepsi sizin olabilir” diye cevaplamış. Pastanedeki tüm ayçöreklerini almışız.


Hava çoktan kararmış, ılık bir mayıs rüzgârı esmekteymiş İstanbul'da. Işıklar yanmış, müzik sesleri yükselmiş. Cumhuriyet Meyhanesi’nin sokağı anason kokmaya başlamış bile. Tünel’e varıncaya dek yürümüşüz, yol boyu gördüğümüz sevgililere ayçörekleri vermişiz,
“Ayçöreği ister misiniz?” diyerek. Şaşırmışlar, derken şaşkınlıklarını unutup içi portakal kabuklu ayçöreklerini yemeye başlamışlar.

Tarçınlı, portakal kabuklu küçük mutluluklar bırakmışız ardımızda.


Denizin tuzlu kokusu, hırçın dalgaları çağırmış bizi. Yürümüşüz, yorulmuşuz. Ayasofya’yı alıp karşımıza, durmuşuz. Gökyüzünde yıldızlar varmış, yıldızları izlemişiz. Sönmüş yıldızları aramışız, bulamamışız. Biri kaymış, dilek tutmuşuz. Gizlemişiz ama aynı dilek geçip gitmiş yüreğimizden...

Yıldızları izlerken elimizde kalan son ayçöreğini bölüşmüşüz. Bu masalda aşktan tek beklenen paylaşmakmış.

15.05.2009

Yüzümüze gölgesi düşer, yorgunluğun

Unutmuşum; gözlerimde, boynumda, parmak uçlarımda dolaşan yorgunluğu… Kelimelerimi birbirine dolayıp çözmeyişini.

Takıntılar bile yenik düşebilir yorgunluğa…
Yerleşmiş takıntılarım vardır. Paket çorbaları sevmem, paket çorba yapan kadınları tasvip etmem mesela. Öyle yorgundum, bir tabak sıcak çorbaya öyle ihtiyaç duyuyordum ki buzdolabının bir köşesinde sakladığım paket çorbayı tencereye boşalttım.

Dün akşam yedi buçukta bilgisayarın karşısına geçtim, ayağa kalktığımda saat üçe varmıştı. Sol ayağımdaysa şiddetli bir ağrı… Bu saat oldu, hâlâ rahat basamıyorum ayağımın üzerine.


Aynalar üzmesin bizi
Her zaman olduğu gibi bir proje bitmeden diğeri başlamış. Renklipamuklar eve geç döndü. Yüzü solgun; geçen yaz hediye ettiğim çiçekli bluzu giymiş. Makyajı akmış. 30 yaşını aşmış kadınların makyajı akmasa, aynalarla aralarını bozmasa ne güzel olurdu!

Renklipamuklar, “Ayağımın üzerine basamıyorum” diye dert yandı.
“Ağrıyor mu?”
“Maalesef…”
“Dün gece benim de bacağıma kramp girdi”
dedim.
Sordu:
“Hangi bacağına?”
“Sol” dedim, sevindi.
O da sol bacağının üzerine basamıyormuş.
“Kramp kardeşliği yaptık” diyerek gülümsedi.
“Çay içsene” dedim. İçmedi.

Oysa çayı yeni demlemiştim, güzel de olmuştu.


Sessizleşiriz bazı
Renklipamuklar'ın içinden çıkılmaz tespitleri vardır. “Doğaya yanlış mesaj vermiş olmalıyım” şeklinde bir saptamada bulundu. “Herhalde kritik bir yerde büyük bir yanlış yaptım?..”

Sessiz kalmayı seçtim.

En son gönderdiğim e-postanın saatine baktım. 00:44’tü. Daha bir dolu iş varken renklipamuklar ile kurduğumuz ‘kramp kardeşliği’nin yarın son bulması dileği ile derlenip toplanmayı bekleyen tüm kelimeleri bıraktım olduğu yerde.

12.05.2009

Kimileyin travmatiktir hallerimiz

Bugün, akşam saatleri

Telefonda, “Ne yaptın?” diye sordu renklipamuklar.
“İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya gibi hissediyorum kendimi” dedim.
“Polonya” dedi renklipamuklar. “Ben de Polonya.”
“Hangisi daha kötü durumdaydı sence?”
diye sordum.
“Bence Polonya” karşılığını verdi renklipamuklar.
“Olabilir” dedim.


Bugün, sabahın erken saatleri

Saat beş buçuğa yaklaşmıştı. Kargalar ve başka başka kuşlar kendi aralarındaki sohbetlerine başlamıştı. Günün ilk ışıkları pencereme düşerken…

Gece iki telefonumdan birinin alarmını 07:35’e, diğerini ise 08:10’a ayarlamıştım. Uyumak ile uyuyamamak arasında bir halde 07:35’i 08:00 olarak değiştirdim. Gözlerimi kapadım, günün ilk saatlerine direnerek sakin karanlığın gözkapaklarıma inmesini bekledim. Dalıp gitmişim.


Bugün, sabah saatleri

Alarm çaldı. Telefonu yanıma aldım, öteki çaldı. Uyanır uyanmaz önce Ponçik’e bakar, ardından kettle’ın düğmesine basarım. Çay içtim, giyindim, bir dolu makyaj yaptım. Saçlarımla güzelce uğraştım.

Saat 09:15’ti, telefonum çaldı. Telaşlı bir kadın sesi:
“Yurtdışından gelen konuklarımız ve gerçekleşecek sunum dolayısıyla saat 10:00’daki görüşmenizi saat 16:00’ya alabilir miyiz?”
“Arkadaşımı aramalıyım. Öğleden sonra bir başka fotoğraf çekimi yoksa olabilir. Size bilgi vereceğim.”

Telefonu kapadım. Arkadaşımı aradım.
“Çıktın mı, evde misin?”
“Şimdi çıkıyorum” dedi.
“Çıkma! Öğleden sonra dört uyar mı sana?”
“Uyar, hatta daha iyi olur.”
“Peki, 16:00’ya aldım o zaman. Beş kala girişte beklerim seni.”

Telaşlı kadını aradım.
“Saat 16:00 uygundur.”


Bugün, öğle saatleri

Saat 13:00’te telefonum çaldı. Aynı kadının aynı telaşlı sesi:
“Sizi özür dileyerek tekrar rahatsız ediyorum. Saat 14:30’daki sunumun uzaması nedeniyle saat 16:00’daki randevunuzu 17:00’ye alabilir miyiz? Ve mümkünse fotoğraf çekimini iptal edebilir miyiz?”
Derin bir soluk aldım.
“Yapabiliriz, olabilir, iptal edebiliriz.”

Arkadaşımı aradım.
“Biliyorsun bizim işleri... Fotoğraf çekimi iptal, kusura bakma.”
Mırıl mırıl bir şeyler söyledi. Böyle durumlarda erkeklerin bu tür söylenmelerini duymamak daha iyidir.

“Görüşürüz, kendine iyi bak” vb. sözleri sıralayarak hemen telefonu kapattım.


Bugün, gün boyu

Ve, bir kez daha yaşadığım hayatın delilik ötesi bir hayat olduğu kanaatine vardım.


Bugün, akşam saatleri

Ponçik bana küsmüş. Günlerdir ilgilenemiyordum, ondan olmalı. “Ponçik sevgilim” diyorum, bakmıyor. “Minik uçurtmam, mavi papağanım” diyorum, duymuyor. Soruyorum:
“Sen de mi Ponçik?” Gagalıyor ellerimi, canımı yakıyor.


Savaştan arta kalmış harap bir şehir gibiyim. Dedelerimi çok özlüyorum. Anneannemi, babaannemi… Onlar ne çok severlerdi beni.

Kimileyin travmatik olur ya hallerimiz… İşte, öylesi.

5.05.2009

Gül ağacı

Kaç yıl oldu, gül ağaçlarına küseli...

Kaç mayıs akıp gitti, bir gül ağacını dileklerle süslemeyeli...

Pembe mi, sarı mı? Kırmızı mı yoksa beyaz mı? Nasıl unutuldu, en ırak dileğin hangi renk gülde doğabileceği olasılığı…

Akşam saatlerinde,

Renklipamuklar “İnat etme, bir kağıda dileğini yaz. Kimse görmeden gül ağacının altına sakla” dedi. Duymazdan geldim. Vazgeçmedi, yineledi:
“Oluyormuş, yapsana! Ne kaybedersin?”
“Üzgünüm ama...” dedim. “Yap-ma-ya-ca-ğım!”
Sinirlendi, “Yapmazsan yapma! Çok yorgunum, uğraşamam seninle!”
Merdivenlerden inerken hâlâ söyleniyordu:

“Ben senin yerine de yaparım.”

4.05.2009

Gidebilmek var mı, uzaklara...

Düne dair,

Güneşli bir gündü. Sahilde, çimlerin üzerine kurulu kafede uzun uzun dertleştik kız arkadaşımla. Eve dönünce makyajımı temizlemeye koyuldum. Burnumun üstü güneşten kızarmıştı. Rimelden kurtulmak üzereyken bir yavru kedi sesi duydum. Yan daireden geliyordu çaresiz miyavlamalar.

Geliyordu ama yan dairede yaşayan yoktu ki…

Demirlerin, tel örgülerin üzerinden atlayarak bahçeye çıktım. Pencerelerden biri açıktı ve bebek bir kedi içeride mahsur kalmıştı. Nasıl da küçücüktü.

Üstümü başımı pislete çize demir merdiveni yüklendim, pencereye dayadım. Yoğurt kutusuna doldurduğum sütü bebek kediye uzatmaya çalıştım. Olmadı. Boyum yetmedi.

Böyle durumlarda erkekler kurtarıcıya dönüşebiliyor.

Karşı apartmanda yaşayan kedisever seslendi:
“Ne yapıyorsun merdivenin tepesinde?”
“Kedi düşmüş, süt vermeye çalışıyorum.”
“Bende kuru mama var, bekle”
dedi.

Onun için her şey çok kolay oldu. Sütün içine kedisinin kuru mamalarından koydu. Merdivenin ta tepesine çıkmaya gerek duymadan boyu yetti. Sütü dökmeden yavru kediye uzattı. “Merak etme, annesi gelir birazdan” dedi.
Teşekkür ettim.

Merdiveni yüklenmiş gidiyordum ki “Yardım edeyim” diyerek engel olmaya çalıştı. “Gerek yok. Alışkınım” dedim. Gitti.
Yavru kedi sustu.


Bugüne dair,

Her pazartesi korkunçtur fakat bazı pazartesiler daha korkunçtur.

Outlook’ta onlarca e-postanın birikmesini, telefonumun sesinin bir an olsun susmamasını, hiç umurum olmayan konular hakkında düşünüp yazmayı unutmuş muyum? Yalnızca üç ay bunları yapabilir mi bana?

Tuhaf bir tutukluk var üzerimde. Yazdığım e-postayı defalarca okuduktan sonra ancak gönderebiliyorum. Telefon konuşmalarında her zamankinden çok açıklama yapıyorum sanki.

Yarın ve ertesine yığılı işleri düşündükçe güzel rüyalardan mahrum gözlerim huzurlu uykulara iyice yabancılaşıyor.

Yavru kedi bir an önce büyüsün istiyorum.
İşlerim bir an önce bitsin, herkesten ve her şeyden gideyim istiyorum.

Bir an önce…