27.06.2010

Biraz da olsa güneş vardı bugün

Aslında bitirmem gereken iki yazı vardı. “Gece çalışırım” diye düşündüm ve Taksim’e gittim. ARTER’i görmek ne zamandır aklımdaydı. Starter’ın küratörlüğünü René Block yapmış. Vehbi Koç Vakfı Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndan İşler… Gerçekten çok başarılı bir sergi olmuş.

“Çalışmam lazım” diyerek erken ayrıldım arkadaşlarımın yanından. Akşama belgesel sinema izleyerek devam edeceklerdi. Evimin yolunu tuttum, tıngır mıngır… Dönüşte önce pastaneye, sonra da pizzacıya uğradım. Sabah kahvaltısında pamuk ekmeklerden sandviç, öğle yemeğinde soslu makarna yemiştim. Akşam yemeğinde pizza, akşam yemeğinden sonraya ise çikolatalı kruvasan.

Karbonhidrat yüklemesi ile felaketimi hazırladığım bir gün!

King Kong’un bile yüreği var!
Pizzalar kucağımda eve dönüyordum ki apartmandan gelen çığlıklarla olduğum yerde kalakaldım. Yine onlar… Apartmanın en geniş ve en lüks dairesinde yaşayan korkunç sevgililer. Geçen yazdı galiba. Gece yarısını geçmişti. Kız avaz avaz bağırarak yardım istiyor, sevgilisi ise acımasızca kıza vuruyordu. Neredeyse tüm apartman dışarı dökülmüş, karakola gidilmişti. Kızın yüzü darmadağın, sevgilisi ise delirmiş gibiydi. Sonradan duydum ki genç kız şikâyetçi olmamış. Üstelik “Nişanlımı seviyorum, aramızda sorun yok” gibi sözler söylemiş.

Bir dargın bir barışık sevgililer bu akşam yine kapıştılar. İlkinde çok üzülmüş, kız için ağlamaklı olmuştum. Şimdi öyle hissetmiyorum. Dev goril King Kong’un bile yüreği varken böylesine acımasızlaşabilen bir erkeği kim, nasıl ve niye sevebilir ki? Adamın çok iyi para kazandığı, ciddi bir konumu olduğu ortada. Şaşırtıcı olan böylesi bir konumda bu kadar korkunçlaşabilmesi, daha da anlaşılmazı gencecik, kendi ayaklarının üzerinde durabilecek bir genç kızın o adama her şekilde katlanması…

Aklım almıyor. Gerçi şu hayatta aklımın almadığı, yapmam dediğim öyle çok şeyi bizzat yaşadım ki... Bir kötek yemediğim kalmıştı, bunca lafın üzerine o da gelir mi gelir başıma!

25.06.2010

Ömür törpüsü sevda hâlleri

Günlerdir. İstanbul yağmurdan sellere kapıldı, ben ise… Duygu sellerinde sürükleniyorum. Değil aşk, aşkın yakınından geçen sevda hâlleri bile bana yaramıyor. Aşk ömrümü törpülüyor. Belki de sevda rüzgârlarını yapraklarımda estirenlerden, hep böyle.

Hep fırtınayı bulurum. Sevdiğim, seçtiğim… Hep boran, hep tipi. Akıllanmam, benden ne köy ne kasaba…


Tırmalama saatleri
Sabah ofisten içeri adım atar atmaz, telefon zır zır! Acılı ses tonuyla çırpınan asistan kız “Ihlamur Hanım, dün iletmeniz gereken söyleşi metni hâlâ ulaşmadı. Bekliyoruz. Biliyorsunuz ki…” diye zaten bildiğim konuyu açıkladı da açıkladı.
“Bir saniye” dedim. “Bilgisayarımı açıyorum”.
Emin olmak için outlook’umun da açılmasını bekledim.
“Dün, saat 23:58’de adresinize düşmüş olması gerekiyor. Size iletilen saat bu ve ben de cc’deyim”.
Kızın tenkit etmeye yakın sesi inceldi, “Sanırım server’ımızda bir sorun var ve…” diye başladı. Bir saatten fazla zamanım farklı adreslere aynı metni geçmeye çalışmakla, ardından ulaştı-ulaşmadı konuşmaları yapmakla geçti. Sonrasında dağıldım gittim.


Tarih öncesi ve ondan sonrası
Gün boyu onu oraya, bunu buraya, şunu şuraya koydum. Olmadı, ortaya çıkan yazıyı hiç sevmedim. Anadolu Uygarlıkları bilgim çok zayıftır zaten. Türk-İslam ile Avrupa yormuyor da İ.Ö.’de tam anlamıyla tırmalıyorum.

Belki de güçlük İ.Ö.’de değildir. Tüm düzenim değişti, aklım karmakarışık.


Kahreden olasılıklar
Sahildeydik, ikimiz. Sormuştu:
“Birine çok aşık olsan ne yaparsın? Belli eder misin?”
Beklemediğim bir soruydu. Jet hızıyla aklımda maddeler oluşturmuştum.
1) Birbirimize aşık olabilme ihtimalimizi düşünüyor olabilir.
2) Daha beteri, ona aşık olduğumu anladı!
3) Ya da beterin beteri! Birine sırılsıklam aşık oldu, ne yapacağını bilemiyor. Akıl sormak için de beni seçti!!!

Sıraladıklarımdan korkarak “Bana kalır, öyle kalır orada” diye geçiştirmeye çalışmıştım.
“Çok diyorum ama… Çok sevsen”.
Kararlılıkla, “Çok sevsem de”.
Karşıyı seyretmişti bir süre, Topkapı Sarayı ve Ayasofya görünüyordu durduğumuz yerden. Ben ise yosunların rengini alan gözlerine kaçamaklar yapmıştım. Ondan habersiz.

O zamandan bu zamana…

1) Hâlâ benden habersiz.
2) Bana layık bir erkek olmadığı inancında dönüp duruyor.
3) Umurunda değilim.
4) En dayanılmazı, süregelmiş ve süregelecek soru işaretleri...

24.06.2010

Bir peri kızının sağanakları

Bir peri kızının sihri çiçeklerin rengini boyamaya yetebilir. Fakat yağmura… Gün boyu ve hâlâ İstanbul’un gökyüzünü terk etmeyen sağanak yağmur, çiçeklerin boynunu büktü.

Takside ağlamak huyundan vazgeçmeliyim. Aptal durumuna düşürüyorum kendimi… Fakat aynı çiçeklerin boynunu büken sağanak yağmur gibi benim de sağanaklarım var ve bir yere kadar durabiliyorum karşısında.

Kaderim bu... Bir günüm güzel geçerse ertesi gün hâlim duman. Bir gün işlerim yolunda giderse ertesi gün perişanlık. Bugün dünün aksine sefil bir gündü.

Hayat bir ömür bahar değil, olamaz elbette. Bir ömür güz olmasın mevsimim, mevsimimiz. İsteğim bu…

Hep o şarkının yüzünden oldu. Rafet El Roman hiç dinlemem esasında. Mesleğe ilk geçtiğim yıllarda birlikte çalıştığımız bir arkadaşım vardı, sürekli dinlerdi. Nişanlıydı. Nişanlısının onu aldattığını öğrenmişti bir gün ansızın. Gizlediği bir başka telefon hattı olduğundan, o telefon hattının ucunda bir başka kadının varlığından habersizdi. Bembeyaz bir yüzle anlatmıştı bunları bana. İşte, bugün ansızın onun en çok dinlediği o keder dolu şarkı çalmaya başladı takside. Arkadaşımın aldatılışı gibi habersizce yakalandım acı sözlere…

Camı açtım; bulanık, pis bir hava dışarıda… Yok, gözyaşlarım durmuyor. Aksi gibi taksi şoförü de gencecik bir adam; gözleri aynada, yüzümde. Makyajım aktı, gözlerimi yaktı. Aradığım mendili nihayet buldum ki papatya esanslıymış. Gözlerime değince daha da yandı. Daha çok aktı yaşlarım…

Ağladım.
Arkadaşıma ağladım, evlendi onunla.
Kendime ağladım.
Yorgunluğuma ağladım. O yıllardan bu yıllara…
Onu delice özlemelerime, özledikçe kendimle cebelleşmelerime ağladım.
Yol kenarında Şam fıstığı satan küçük çocuğa...
Buse’ye çok ağladım.

20.06.2010

Peri kızı

Çiçekleri istediği renklere boyayabilen bir peri kızıydı esasında. Yalan söylemişti, “Akçaorman’da bir ıhlamur ağacıyım” diye. Evet, bir akçaormanı vardı. Kumruların ağaç dallarına yuva yaptığı, gülleri yediveren, açelyaların ve sardunyaların her kışın ardından yine açtığı bir akçaorman. Üstelik, pembe ortancaların rengi artık iyiden iyiye mavi olmuşken. Aralarda pembe ile mavi arasında mordan gökkuşakları…

Çiçekleri istediği renklere boyayabilen bir peri kızıydı esasında. Söylediği tek yalan, akçaormanda bir ıhlamur ağacı olduğu değildi. “Beyaz bir tuvale her şeyin yapılabileceğini” de söylemişti. Hatta “Mutluluğun resmi bile…” yazabilmişti, bembeyaz harflerle.

Oysa mutluluğun resmini yapmak akçaormana bir fide dikmeye, bir çiçeği yeşertmeye de benzemiyordu. Pembe açan ortancaları, maviye mora boyamaya hiç benzemiyordu. Mutluluğu arayışları… Bulamayışları… Kanatlarını incittikçe incitiyordu peri kızının. Kanatları oyadan incecik işlenmişti. Annesi işlemişti, mutluluğa uçsun diye.

Kirpiklerine yağmurlar indiğinde peri kızının, “Büyüdüğünü sanıyorsun!” dedi annesi. “Artık hiç sözümü dinlemiyorsun, hep kendi bildiğini okuyorsun!”

Büyüdüğünü sanıyordu peri kızı. Hâlâ büyümemiş olmak mümkün müydü? Yaşadıklarını sıralıyordu. İlk aşkını, ilk terk edilişini… Bir daha terk edilmemek üzere sevişini, sevemeyişlerini… Katettiği yollara, yıllardır ona buna armağan ettiği emeklerine dönüp bakıyordu. Mesafeler gözünü alıyordu. Katedemediği yollara hiç çevirmiyordu bile başını. Onlar öyle ıraktı. Kazandıkları çoktu elbette, fakat kaybettiklerini sayıyor sayamıyordu peri kızı.

Sordu peri kızı, yağmur inmiş kirpikleri ile:
“Hâlâ büyümemiş olmak mümkün mü?”

12.06.2010

Şayet bir gün…

Sözcükler çarpışırken içimde, o çarpışmayı tüm şiddeti ile hissederken. Sana yazamıyorum. Çokça karşılaştığım bir şey bu. Sözcüklerin çarpışmasından bahsetmiyorum; imlecin kendi kendine yanıp sönmesinden bahsediyorum. Bazen dakikalar boyu seyrettiğim olur. Nereden başlayacağımı, neler anlatacağımı, nasıl bitireceğimi bilemediğim zorlu yazılarda gelir başıma. Sonra… Üstü buz tutmuş o sözcük bir anda çözülür ve arkası gelir nereden başlayacağımın, neler anlatacağımın, nasıl bitireceğimin.

Fakat bu akşam sözcüklerin üzerindeki buz çözülemez; seni anlatacaklar diye.

Aslında hiç kimseye ve hiçbir şeye olduğundan büyük değerler yüklememek gerektiğini bilirim ben de. Herkes gibi. Fakat gece yarısı tesadüfen karşılaşılan bir şiir… Bazen bir şiirdeki birkaç kelimenin yürekten dizilişi… Bildiğin, inandığın, öğrendiğin ne varsa alt üst edebilir. O şiirdeki adamla karşında duranı, o şiirdeki kadınla durduğun yeri…

Sıcaklığının ardında alabildiğine acımasızsın. İstersen bir kelebeğin kanat kıpırtılarını duyabilirsin, istemezsen yanıbaşındayken sesimi duymazsın. İstersen en uzak yıldıza dokunabilir, ışığını yüzüme sürebilirsin; istemezsen ellerim asırlarca uzak düşer sana, tutmazsın. İstersen okyanuslardaki kum zerreciklerinin renklerini görebilirsin, istemezsen gözlerimin kahveliğini bile görmezden gelirsin.

Acımasızlığının ardında alabildiğine sıcaksın.

Şayet bir gün gideceksen, hiç uğrama hayatıma…

6.06.2010

Sönük soğuk bir veda

Doğruymuş. Ortancaların köküne paslı çivi koyup su verdiğinde pembe çiçeklerin rengi maviye dönüyormuş. Yeni açan çiçeklerde belli belirsiz bir mavi… Neredeyse kışa direnemeyeceğini düşündüğüm sardunyanın körpe yapraklarında koyu pembe bir çiçek.

“Onunla karşılaşmaya cesaretim yok” demiştim renklipamuklar’a. “Bu atıp tutmalarımın hepsi onu gördüğüm anda boş…”

Benden yarım saat sonra oradaydı. Sarıldı ve öptü. “Hep aynısın. Hiç değişmiyorsun”.

Saçlarımın rengi aynı, hâlâ kumral. Sürekli tarzını değiştiren kadınlardan da değilim. Aynı görünüyorum böyle olunca… O gelmeden başlamıştım ufak tefek içmeye. Karşılaştığımızda umursamazlaşmıştım iyice. Yoksa diyebilirdim: “Geçen seni görmüşler. Sabaha karşı…”
Ya da sorabilirdim: “Yanındaki?.. Tanıyor muyum onu?”

Ne önemi var? O beni öyle bir yere koymuş, öyle bir yerde muhafaza ediyor ki. Yoksa der mi “Seni hiçbir erkek hak edemez. Hiç kimse sana layık olamaz” diye… Belki çok içtiğinden söyledi. Belki de yanımdaki erkeğin ayakları yere basmayan, anason kokulu iltifatlarından rahatsız oldu. “Bu yaştan sonra bu sözlere kanacak değilsin herhalde? İnanacak değilsin!” demenin üstü örtülü yolu.

Bir taksi durdurdu, kapımı açtı. Arabanın içinde sönük soğuk bir ışık. Gece bahardı, taksinin içi yaklaşan sonbaharımız. O ağacımdı, bense koptu kopacak bir güz yaprağıydım. Gecenin karanlığında... Yağmur iri iri, damla damla. Kapıyı kaparken, “Yürüyeceğim” dedi.
Ayakta güç duruyor. Daha da ıslanacak, belki üşüyecek.
“Yürümesen, bir taksiye binsen” diyemedim. Karanlıkta bir başına kalmışken, araba Arnavut kaldırımı yokuştan inmeye koyuldu. Baktım ardından. Camlar buğulu, seçemedim onu.

Aramak istedim, sormak istedim.
“Çok ıslandın mı? Üşüdün mü?”

1.06.2010

O patika hani, nerede?


Kertenkele gibi yaşıyorum. Bir tehlike, bir tehdit olanca şiddeti ile üzerime çullandığında, kertenkelenin kuyruğunu bırakıp canını kurtarması gibi. Bir parçamı yara aldığım yerde bırakıp...

Artık bıraktığım her neyse… Örselenmiş bir aşk, yitirilmiş inanç, yerle bir olmuş güven, boşa sarf edilmiş emekler, parçaları bir araya gelmesi imkânsız kırıklıklar; hayal kırıklıkları... Bugünüme tepeden bakan pişmanlıklarım kimi zaman; en ağır geleni. Aşklarım, inancım, güvenim, emeklerim, hayal kırıklıklarım bıraktığım yerde kıvranırken hayat kaldığı yerden devam etmekte...

Yara almış hâlimle yaşamayı sürdürüyorum.

Paramparça bir gecenin ardından doğan gün tüm sıcaklığı ile kırılıp saçılan, sökülüp acıtan ne varsa sarıp sarmalarken,
“Günaydın!”

Yüksek duvarlar ile çevrili akçaormanım. Sahipsiz öykülerin, kuralsız dizelerin ortancaların dibinde, güllerin yapraklarında gizlendiği saklı bahçe. Ihlamur ağacı altın rengi çiçeklerini güneşe dönememiş henüz.

Hayat yeterince zorluyorken dik yokuşlardan, dolambaçlı yollardan yılmışken unutulmuş bir patikaya sapıp kurtulabilir miyim? Olur mu?..