18.02.2010

Kağıttan helva, geceden günce

Sürekli toka kaybediyorum, kaybettikçe arıyorum. Çantanın içinde, banyoda aynanın önünde, dolapta ojelerin arasında, kitapların üstünde, masanın karmaşasında… Her an, elimin değdiği her yerde... Saçımdan çözüp baş ağrısı ile herhangi bir yere fırlatmış olabilirim. Bunalıp küçük bir topuza ya da at kuyruğuna ihtiyaç duyduğumda ise aramaya başlarım.

Bu akşam, dore maşa tokayı kaybettim. Onun yerine makyaj çantamdan bulduğum bir başkasını kullandım. Kaybettiğim toka daha rahattı.

Öyledir, kaybedilen daha değerlidir her zaman… Sahip olduğun senindir nasıl olsa.
*Nesl-i Ahîr’i okumaya başlamıştım. Yarım bıraktım ve bu gece, Kağıt Helva’nın ilk sayfasını açtım. Bir solukta son sayfasına vardım. Belki Elif Şafak’ın okuduğum ilk ve tek kitabı olduğundan en çok ‘AŞK alıntıları’ndan etkilendim. Okudukça durdum ve düşündüm. Tekrar tekrar hatırladım; Rumi’yi, Şems’i, Kimya’yı, Çöl Gülü’nü…

Kağıt Helva, Duygu’nun hediyesi bana. Bir ömür saklayacağım kitaplarımın arasında…

Geçenlerde uzunca bir aradan sonra Osmanlıca metinlerin yazılı olduğu sayfaları çevirdim. Sanırım beş-altı yıldır oturup da bir şeyler okumuyordum. İlk sayfada çok zorlandım. Eskisi kadar rahat olmasa da öyle böyle okudum, 20’nci yüzyılın ilk yıllarında yazılan metinleri…

Tarih, geçmiş, eski, nostalji… Adına ne söylenirse söylensin ardımızda kalanları da seviyorum ben. Özlüyorum.

Özlemek demişken. Saçma sapan şeyler yaptırabiliyor özlemek bana. Sadece bana mı? Yoksa herkes saçmalar mı özledikçe? Ağlar mı mesela?
Kafamda sıralı sırasız bir dolu hayal var. Hiçbiri gerçekleşebilecekmiş gibi görünmüyor. Beyhude olacağını söylese de herkes, uğraşıp duruyorum.

Bıkmadım mı hâlâ? Bıkmaktan çok umudum köreldi.

Çok bildik bir hikâye vardır hani. Ağustos böceği ile karıncanın hikâyesi… Realitede hikâyeler tersine işliyor gibi. Dört mevsim yaz, her daim saz söz ağustos böceklerine…

* Nesl-i Ahîr, Halid Ziya Uşaklıgil

16.02.2010

Issızdı kış, soğuktu...

Çok olmuş. Oysa eskiden… Esasında çok eski de değil. En fazla dört-beş yıl önce renklipamuklar ile birlikte en kalın kıyafetlerimizi giyer, soluğu sahilde alırdık. Hisar, Arnavutköy, Kuruçeşme… Çay, ıhlamur, adaçayı içmek yetmediğinde, ellerimiz ayaklarımız buz kestiğinde ancak vazgeçerdik. O saate dek denizi seyreder, düşünürdük. Düşündüklerimizin içinden çıkamaz, suskun kalırdık.

Düşündüklerimizin içinden hâlâ çıkamıyoruz. Fakat denize daha az yakınız artık.

Geç saatlere kadar sahildeydim. Her yer öyle ıssızdı ki tuhaflaştım. Kışlar hep böyle miydi, yoksa bu kış mı böyle?

Karanlık geldi bana. Hele gökyüzü…

Eve döndükten sonra bir fincan ıhlamur hazırladım. Bu kış yeni bir alışkanlık edindim. Ihlamur fincanının içine iki parça karanfil atıyorum. Hoş bir koku bırakıyor fincanda, ıhlamurun tadında… Sakinleştiriyor sanki. Günün yorgunluğunun gözlerime, omuzlarıma çöktüğü saatlerde… Ne kadar uğraşsam da temizlenmiyor gözlerimden, rimelin ve kalemin izi.

Yıllar önce üç-dört sayı çocuk dergisi yapmıştım. Çok yıllar önce… İçinde ne olurdu, ne olmazdı unutmuşum. Bugün, sonra bu gece saatlerce kafa yordum: “Ne olurdu, ne olmazdı?” diye.

Büyüklerin yitirilmiş dünyasından bakınca çocukların kazanılmış dünyası ne kadar da büyüleyici! Dupduru…

Hayal kırıklıklarımı gizlediğim bir şarkı vardı. Duymuyordum bir zamandır. Sözlerini unuttuğumu sanıyordum. Meğer unutmamışım.

Önceki geceden en fazla altı, bir sonraki geceden en fazla dört ve muhtemelen bu geceden en fazla dört saatlik uykumla uykusuzum.

Gerçeklerim kadar içinden çıkılmaz rüyalarımın arasında…

Ortalama bir hayatı asla sevemedim.

14.02.2010

Aylardan şubat, günlerden Sevgililer Günü’ymüş

Günlerdir telefonlarıma SMS’ler yağıyor. “14 Şubat için hesabınızda yeterli para yoksa nakit hesabınızdan şu kadar faiz avantajı ile…” ya da “Şuradan buradan yapacağınız Sevgililer Günü alışverişlerinize bu kadar taksit avantajı…” benzeri mesajlar…

Televizyon reklamlarında öyle bir hava esiyor ki 14 Şubat’ta sevdiği kadına altın, pırlanta vs. almayan erkek hayli eksik, kendine altın, pırlanta vs. aldıramayan kadın ise hayli beceriksiz sanki.
Sevgili anlayışım da aşk anlayışım da dört yandan esen pırıltılı rüzgârlara uygun değil. Sevgililer Günü’nde parlak hediyeler ile gelen bir erkeği hemen orada hediyeleri ile baş başa bırakabilirim. Farkındayım, fazlası ile iddialı bir cümle oldu bu. Fakat…

Aradaki aşksa eğer, gereksizdir yapay pırıltılar… Dağlarca mesafelere rağmen dağlar boyu izler kalır mesafeler arasında. Nasılsa silinmez asla.
Kek, limonata, duvar resimleri…
Bizimkiler, Alternatif Sevgililer Günü Partisi için Taksim’de buluştular bu gece. Çok ısrar ettiler. Belki de kendimle inatlaştım, gitmedim.

Akşam bir ara arkadaşım uğradı. Çocukları yaptıkları resimleri bana hediye ettiler. Resimleri, Duygu’nun hediyesi ‘Mutluluk Resimleri’nin yanına yapıştırdık birlikte. Vanilyalı-kakaolu kek pişirmiştim, limonata da yaptım. Keki çok sevdiler, birer dilim daha istediler. Mutlu oldum keki sevdikleri için.

Bu hâlde… Kuğulardan, kumrulardan, onların sevdalarından söz etmek mümkün değil. Yapay pırıltılara bulanmamış bir aşka varmak ise suya yazı yazmakla aynı neredeyse.

Öyleyse bir şarkı dolanabilir dilime… Hiç çözülmeyebilir ve orada söylenip durabilir gece ile gündüz durakları arasında. Olanca...

3.02.2010

Muz ağacı için akabilir gözyaşlarım...

Gül ağaçlarına, ortancalara olduğu gibi muz ağacına da kar yağdı. Zemheri tüm bahçenin üzerini beyaz bir örtü ile kapladı. Havayı soluduğumda üşüyen, donan çiçeklerin fısıltılarını duyar gibiyim. Baharı bekliyorlar. “Ben de” diyorum çiçeklere. “Ben de baharı bekliyorum. Uzunca zamandır…”
“Onu ağustosta muz tarlalarına götürecektim. Muz seslerini dinleyecekti. Nasıl sevineceğini, hayret edeceğini düşündükçe…” yazıyor, Muz Sesleri’nin arka kapağında. Kalplerin yağmalandığı yerden anlatıyor Ece Temelkuran.
Sayfa 68:
Eve döndüğünde Sıla’ya yazdığı mektubun sonuna şöyle yazdı:
Kadında zaman geçmez. Sakın günün birinde iyileşmek için zamana güvenme.

Sayfa 73:
Dilini bilmediği bir yerde ağlamak fenadır. Çünkü seni, senin dilinde susturacak kimse yoktur. Böyle ağlayınca da kendisininkinden başka bir dilde susturulamaz insan. Annen susmadı.

Sayfa 127:
“Portakal ağaçları dikmemiz gerekiyor!”

“Niye gerekiyormuş habibti?” diye bağırdım, “Burada insanlar için bile yer yok, ne ağacı?!”

“Portakal ağacı dikmeliyiz” dedi, “Çünkü bir çocuk doğuracağım ve karnım büyürken güzel bir şeye bakmak istiyorum.”

Muz ağacı karlar altında… Soğuktan korumak için poşet ile sarıp sarmalamıştık. Nefes alabilsin diye delikler açmıştık poşete. Emine Teyze haber verdi:
“Muz ağacı kırılmış”.
Çok üzüldüm.
“Üzülme” dedi. “Gövdesi kırılmış ama kökü sağlam. Bahara yeniden açar”.
“Açar mı?” diye sorarken muz ağacının yeniden yeşillenmesini diledim. Yaz rüzgârlarında geniş yapraklarının çıkardığı sesi...

Bunca zemheriye rağmen.
Yağmalanan kalbimin bir köşesinde baharı bekleyen bir ağaç daima duracak.

1.02.2010

Bir sokak ara ile anladığım

Kozmetiklerimin arasına yeni bir ürün eklendi; Q10 Eye Cream. Bir monitör karşısında geçen hayatımın olumsuz etkilerini azaltmak için. Yolun yarısına varmazdan az biraz önce kahve çekirdeği gözlerimin tümümden daha az yıpranması için.

Bir haftadır dolapta bekleyen göz altı kremini ilk kez bu sabah kullandım. Akşam saatlerinde varlığını iyice hisseder oldum. Sanki kremi sürdüğüm yerleri dört bir yandan çekiştiriyorlar. Eğer kremin gerginleştirici etkisi bu ise kesinlikle çok başarılı!
Bu sıralar iyi ve kötü meselesine fazlası ile kafa yorar oldum. Evet, yaşamı çok fazla detaylandırmaya gerek yok aslında. İyiler ve kötüler var sadece. Her alanda, her şekilde, gücü yettiğince kimileri iyi kimileri ise kötü olmayı seçmiş. Bugün birer sokak ara ile önce bir kötü sonra da bir iyi ile karşılaştım.
Yaya geçidinin ışığı yeşili gösteriyordu. Henüz karşıya geçmeden, yolun ortasındayken ışık kırmızıya dönmüş olmalı. Belki de hâlâ yeşildi. Hem yürüyor hem de telefon ile konuşuyordum. Dalmışım. İki saniye önce kırmızı ışıkta bekleyen taksi şoförü arabayı hızla üzerime sürdü. Arabanın tamponunu hissettim hissedeceğim bir anda aynı şiddetle fren yaptı. Avazı çıktığı kadar bağırdı bana. Ona göre suçum, ışığın ona yeşil bana kırmızı yanmasına rağmen hâlâ yolun ortasında olmamdı. Öfkelenmesi, hatta beni ezip geçmesi için kâfi.

Kendimi toparlamam birkaç dakikamı aldı. Oysa biraz önce bebek elbiselerinin satıldığı bir mağazaya girmiştim, çok nadir olarak. Ve yeni anne olan bir arkadaşımın güzeller güzeli bebeğine ufak tefek ciciler beğenmiştim. Bir başka arkadaşıma aldığım cicileri anlatıyordum sevinç içinde… Dalgın olduğumu düşünmek aklının ucundan bile geçmedi, kornaya basmak yetmedi. Beni korkutmakla mutlu oldu, dersimi verdiğini düşündü.

Bir sokak öteye varıncaya kadar yaşadığım ürkütücü sahne aklımdan çıkmadı. Bu defa karşıdan karşıya geçerken daha temkinliydim. Beyaz minibüs çok uzaktan görünmesine rağmen geçip gitmesini bekledim. Geçip gitmedi, durdu ve yol verdi. Üstelik camdan çıkardığı aydınlık yüzü ile gülümsedi genç şoför. Elinde alışveriş torbaları olan bir genç hanıma yol vermek onun için mutluluk nedeniydi belki de.

Bir sokak ara ile bir kötü ve bir iyi…

Bu sıralar iyiliklere hayli gereksinim duyuyorum. Hayatımın çok az döneminde olduğu kadar peş peşe kötülüklerle karşılaşmaktayım çünkü.