16.02.2010

Issızdı kış, soğuktu...

Çok olmuş. Oysa eskiden… Esasında çok eski de değil. En fazla dört-beş yıl önce renklipamuklar ile birlikte en kalın kıyafetlerimizi giyer, soluğu sahilde alırdık. Hisar, Arnavutköy, Kuruçeşme… Çay, ıhlamur, adaçayı içmek yetmediğinde, ellerimiz ayaklarımız buz kestiğinde ancak vazgeçerdik. O saate dek denizi seyreder, düşünürdük. Düşündüklerimizin içinden çıkamaz, suskun kalırdık.

Düşündüklerimizin içinden hâlâ çıkamıyoruz. Fakat denize daha az yakınız artık.

Geç saatlere kadar sahildeydim. Her yer öyle ıssızdı ki tuhaflaştım. Kışlar hep böyle miydi, yoksa bu kış mı böyle?

Karanlık geldi bana. Hele gökyüzü…

Eve döndükten sonra bir fincan ıhlamur hazırladım. Bu kış yeni bir alışkanlık edindim. Ihlamur fincanının içine iki parça karanfil atıyorum. Hoş bir koku bırakıyor fincanda, ıhlamurun tadında… Sakinleştiriyor sanki. Günün yorgunluğunun gözlerime, omuzlarıma çöktüğü saatlerde… Ne kadar uğraşsam da temizlenmiyor gözlerimden, rimelin ve kalemin izi.

Yıllar önce üç-dört sayı çocuk dergisi yapmıştım. Çok yıllar önce… İçinde ne olurdu, ne olmazdı unutmuşum. Bugün, sonra bu gece saatlerce kafa yordum: “Ne olurdu, ne olmazdı?” diye.

Büyüklerin yitirilmiş dünyasından bakınca çocukların kazanılmış dünyası ne kadar da büyüleyici! Dupduru…

Hayal kırıklıklarımı gizlediğim bir şarkı vardı. Duymuyordum bir zamandır. Sözlerini unuttuğumu sanıyordum. Meğer unutmamışım.

Önceki geceden en fazla altı, bir sonraki geceden en fazla dört ve muhtemelen bu geceden en fazla dört saatlik uykumla uykusuzum.

Gerçeklerim kadar içinden çıkılmaz rüyalarımın arasında…

Ortalama bir hayatı asla sevemedim.

Hiç yorum yok: