18.08.2010

Sormayacağım

Kendimce bir şeyler yazmayı özlemişim. Ama dediğim gibi, kendimce yazmayı… Yoksa gelişi güzel konuştuktan sonra, dergide yılın en etkili sözlerini okumayı bekleyenler için uğraşmalarımı özlemedim pek. Karaladıkları üç satırı iletip “Ihlamur Hanım, nasılsa siz bundan çarpıcı bir şeyler çıkarabilirsiniz” demelerini de çok aramıyorum. Hele ki klişe konuları farklılaştırma çabalarımı… Yok, hiç özlememişim. Uzunca bir süre ‘fark yaratmak’ sözünü duymasam, aramayacağım. Bir daha duymasam... Belki de mutluluğun anahtarını cebime koymuş olacağım.

Fark yaratmaya gereksinim duymadan yaşıyorum, geçen cumadan beri. Yaşanırmış meğer.


Gece ayın 14’ü gibi. İğde ağaçları teslim olmuş rüzgâra... Işıklar içindeki karşı kıyıdan, nispeten daha az ışıklı kıyıma vuruyor köpüklü dalgalar. Ardımda yükselen Kaz Dağları’ndan iğne yapraklı çamların kokusu geliyor burnuma. Evet, dağ kekiği kokusu da duyuluyor çamlarla birlikte.

Ege’deyim.
İstanbul’a geri dönmek gelmiyor içimden.


Hava çok sıcak. Bir daha, İstanbul’un sıcağından yakınmaya yüz bulamayacağım sanırım. Sıcaklık 45 dereceyi aşıyor neredeyse. İlk günler sabahı sabah ettim, gün ağarır ağarmaz balıkçı iskelesinde aldım soluğu. Taze demlenmiş çay, ekmek fırınından yeni çıkmış sade poğaça. İkisinin sıcacık kokusu birbirine karışıyor. Martıların sesi de telaşsız. Burada, ağır çekimde ilerliyor yaşam.

Acele, sürekli bir şeylere yetişmeye çalışan hayatım tatilime burnunu sokmaya, tadımı kaçırmaya çalışıyor. Kurumsal adresime e-postalar yığılmış. Acil olarak baskıya gitmesini istedikleri işler var. Açıyorum bilgisayarımı ve… Ağırlaşan sıcağa, ay ışığına, iğdelere, dağ kekiği kokusuna sırtımı dönerek çalışıyorum. Öfke doluyor içime.

Üç hafta önceki toplantıda hangi zaman diliminde İstanbul’da olmayacağımı söylemiştim. Gitmeme bir hafta kala hatırlatmıştım, “Aciliyeti olanları bu hafta tamamlayalım” demiştim. İki yıl sonra nihayet tatil yapacağımı söylemiştim üstüne basa basa. Tatil sürem hepi topu bir haftaydı üstelik.

Kâr etmez, söz geçmez İstanbul’daki koşturmaya. Tatilde olduğum haftaya çıktı piyango… “Bizim mesleğin cilvesi” dedi, telefonda konuştuğumuz Holly.


Burada ne kadar anlamsız yazdığım yazılar, gelişi güzel konuşanların özene bezene cilaladığım sözleri ne kadar da yersiz.


Fotoğraf makinemin aktarma kablosunu yanıma almamışım.
Çektiğim fotoğrafları yüklemek isterdim şimdi.

Berrak denizi; yeşil yeşil, kat kat dağları… Köy pazarını; uzun boyunlu, saçları kınalı Yörük kadınlarını… Yeşilden sarıya dönen iğdeleri, toprak kokan kurutulmuş nice otları, seleler dolusu kızılcıkları… Daha neleri neleri…


Ponçik yanı başımda. Sıcakla arası hoş değil. İstanbul’da olduğu gibi özgürce uçamıyor. Pembe yuvasında tıkılı kaldı. Elimden geldiğince sevgi gösteriyorum. Uyurken başucuma alıyorum, yabancılık çekmesin diye. Adımı söylüyor sıklıkla. Belli belirsiz anlaşılıyor harflerim…


Güneş yakıyor, cayır cayır yakıyor. 30 koruma faktörlü güneş kremi kullanmama rağmen döküntü içindeyim. Alışkın değilmişim, ondan olmuş. Öyle diyorlar.

Sabah olsa… İskelede alacağım soluğu. İçeceğim ilk çayın ardından yüzeceğim serin sularda… Çakıl taşları, kaya balıkları, ayaklarımın altında ince kum.

Yok, sormayacağım kimselere. “Masal Sevgili nerede?” demeyeceğim.

Hiç yorum yok: