20.04.2010

Kül bulutları, uğramasa buraya...

“Eyvah!” dedim. Der demez beynimden yüzüme, ellerime, en sonunda tüm bedenimden aşağıya kaynar sular döküldü sanki. “Fotoğrafın adında bir anormallik var” diye yazmıştı arkadaşım. “Evet, fark ettim ben de. Ne alaka değil mi ama?” diye yazmıştım, dil çıkaran bir suratla (:P) birlikte. “Teyit edeceğim, sonra dert olmasın!”

Aynı anda bir dolu adres, klasör, doküman açık durur karşımda. Arkadaşıma yazdığımı, en olmadık kişiye, fotoğrafa o acayip ismi veren kişiye gönderdiğimi sandım. O dakikadan bu yana ellerim hâlâ titriyor. Zangır zangır… Bir gün bir hata ile, anlık ve geri dönülmez bir hata ile monitörün karşısında yığılıp kalacakmışım gibi hissediyorum.

Neyse ki yazılması gerekenler doğru adreste, şimdilik.

Oysa ne hatalar yaptım yıllarca. Hayatıma dair. Geri dönüşü olmayan, telafisiz hatalarım… Belki sindire sindire yaşadığımdan ellerimi böyle zangır zangır titretmedi pek çoğu. Bedellerini alışarak ödedim diye olabilir.


“Şu işlerim hafifler hafiflemez…” diye dileklerle başlayıp pufidik hayallerle tamamlıyorum düşündüklerimi. Bir günümü sadece pasta yemeye ayıracağım mesela. Güzelce giyinip belki saçlarımı bile yaptıracağım! Süslenip püslenip, İstanbul’un en sevdiğim pastanelerinden birine gidip vitrinden en sevdiğim çikolatalı pastalardan birini seçeceğim. Yanında belki çay belki de limonata içeceğim. Hiç acele etmeyeceğim. Bir şeylere yetişmeye çalışmayacağım.

Güneşli bir günde, gazete alıp bir parkta oturacağım. Tanımadığım insanlarla laflayacağım. Otobüse binip Eminönü’ne gideceğim. Yolda yürürken simit kemireceğim. Mısır Çarşısı’ndan baharat alacağım, Kurukahveci Mehmet Efendi’de kahve kuyruğunda bekleyeceğim. Hiç acele etmeyeceğim. Bir şeylere yetişmeye çalışmayacağım.

Sadece mutlu olmak için kendime çalışacağım, kısa bir süre.

Bir aydan fazla zamandır aralıksız süren iş tempom Ponçik’in de psikolojisini bozdu galiba. Ya mumların ya da monitörün üzerine tünüyor, öylece bakıyor. Arada bağırıp klavyeye saldırıyor. Yazdıkça ellerimi gagalıyor. Bir de adımı söylüyor biraz. Mutlu olayım diye yapıyor, biliyorum.

Ponçik’in bir mucize olduğuna ve beni anladığına inanıyorum. Çok kişiden daha çok anlıyor hissettiklerimi...

Yarın sabah gri bir güne uyanmamayı diliyorum. Kül bulutları gökyüzümüze uğramadan geçip gitse keşke… Bugün siyah arabaların üstü kül rengi tozla kaplıydı hep. Belki tesadüf.... Bilemem. Fakat hiç görmek istemiyorum, masmavi gökyüzümüzde kül rengi bulutları.

17.04.2010

Faturayı Bihter’in adına keselim lütfen…

Makarna yapıyorum. Makarna piştikten sonra ayaklarımı uzatıp peş peşe film izlemek isterdim. Ne yazık ki seçtiğim hayat buna izin vermiyor. Çalışmak zorundayım, yarın sabaha kadar tamamlamam gereken üç konu var.

Dün bütün gün Leyla gibi dolaştım. Bir tek satır bile yazamadım. Ve bunu telafi edebilmenin yolu, ertesi gün kendime iki saat bile ayıramamaktan geçiyor.

Emine Teyze evi köpürttü, ben de ona yardımcı oldum biraz. Onun yaptıklarının yanında ufak tefek şeyler benim yaptıklarım. Havuçlu, patatesli, taze bezelye ve bol erişteli pilav pişirdim. Çok beğendi. “O küçücük ellerinle bu yemekleri yaparken içine bal mı katıyorsun?” diye sordu. Ne kadar ince bir söz… Bir erkek böyle bir söz söylemeyi akıl edemez. Kendini çok zorlasa, en fazla “Eline sağlık, güzel olmuş” der geçer.
Issız Adam’da ne istediğinin ayırdında olamayan Alper, Acı Aşk’ta hastalıklı ruhu ile Orhan, Aşkı Memnu’da tarihe geçecek kaypaklığı ile Behlül… Bu karakterlere bakınca karşıma çıkan tüm erkeklerin arınmış birer aziz olduklarını düşünebilirim aslında. Böyleleri var mıdır? Bu kadar korkunçlaşabilir mi bazıları?

Senaryolarda erkekler korkunçluğun sınırlarını ne kadar zorlasalar da fatura kadınlara kesiliyor. Mesela Aşkı Memnu’da… Sanki Behlül oyun parkında kumdan kaleler yaparken tanıştı Bihter ile. Gözlerini açtı, Bihter’i gördü. Sanki habersizdi amcası ile evli olduğundan. Ne kadar hırslı, gözü kara bir kadın olduğunu anlamak çok zordu sanki… Bir anda, kirpik kırpıştırmaktan ve alışveriş yapmaktan başka bir varoluş içinde bulunmayan Nihal’de aşkın en masumunu arayan bir erkek oluverdi. Bihter ise kıskançlık krizlerinde boğulan, tutkularının esiri bir kadın olarak ortada kalakaldı. Bir de kar tanesi kadar masum bir aşkın ayak bağı…

Bir senaryo olsa da bazen hayatın senaryoları suya götürüp susuz getirdiğini de unutmamak gerek!
Hiç olmadık yerde mucizeler buluverir beni. Tam ümidimi keserim, üzüntüden ağlarım ve ansızın bir mucize gerçekleşiverir! Ponçik’in iyileşmesi en büyük mucize oldu. Gerçi biraz durgunlaştı, düşünüp duruyor. Kafasına düşen kitaplardan birinin Elif Şafak’ın ‘Aşk’ı olmasına bağlıyorum bunu.

Bir mucize daha olsa ve su gibi akıp bitse işlerim. Tahmini olarak bu gece yaklaşık yedi-sekiz saatimi alacak işler, mesela üç saatte bitiverse… Film izleyerek uyuyakalsam ben de.

Mucizenin bu kadarı sınırları hayli zorlamak olur herhalde.

13.04.2010

Unutmak vazgeçmenin yarısından fazlası mı?

Günün, daha doğrusu gecenin son yazısını biraz önce tamamladım ve gönderdim. Mesajın ‘Gönderilmiş Öğeler’ klasörüne düşmesi ile birlikte… Sanki uzaktaki yitik sevgilime şiirlerle doldurduğum sayfa sayfa mektubu gönderdim. Bir güvercinin kanatlarıyla uçtu, gitti. Sayfa planından eksilttiğim her konunun ardından öylesi bir huzur sarıyor içimi.

Huzur… Özlediğim, beklediğim bundan gayrısı değil ki!


Ya ağlayacaktım ya da ekmek dilimlerinin üzerine Nutella sürerek kendimi oyalayacaktım. Ağlamak çoğu zaman olduğu gibi bu gece de lükstü bana. Göz pınarlarımda biriken yaşlara set çektim, Nutellalı ekmek dilimlerinden yedim.


Günlerdir perişan hâldeyim. Cumartesi günüydü, evde çalışıyordum. Bilgisayarımın başında, aklımda türlü türlü düşünceler… Ponçik kitaplığımda bir uçtan diğer uca uçup duruyor. Kopan gürültü ile başımı bilgisayarımdan kaldırdığımda kitapların yere düştüğünü gördüm. Ponçik kitapların altında kalmış. Simsiyah gözlerini gördüm.
“Ah Ponçikim” dedim acı ile.

Beş-altı kitap üst üste kitaplıktan nasıl düştü, Ponçik o kitapların altında nasıl kaldı hâlâ anlayabilmiş değilim. O günden beri bir sonbahar yaprağı gibi titriyor. En küçük sesten, kıpırtıdan korkuyor. Ona bir şey olmasın... Minik uçan balonum benim, mavi uçurtmam. Elma dilimim, sevgi pırıltım.

Geçen hafta fotoğraf makinem bozuldu. Bu sabah ise saatim durdu.

Bir şans meleği aldım mağazadan. Camdan meleğin, kanatları ve elinde tuttuğu küçük kalp narçiçeği renginde... Anlaşılan değil bana, kendine bile faydası yok! Kırmızı matruşkanın yanında duruyor. Yanında kırmızı mumluk… Bu gece aklıma geldi, ne zamandır ışıtmıyor mumlar duvarlarımı… Mum yakmaktan da vazgeçmiş olabilir miyim acaba?

Unutmak vazgeçmenin yarısından fazlası mı yoksa?

10.04.2010

İnsanlar, yüzler ve hayatlar…

Akşam saatleri… Evde pinekleyip Aşkı Memnu’yu izleyecektim. Bir anda vazgeçtim ve renklipamuklar’ı aradım.
“Taksim’e gidiyorum, Z ile buluşacağız. Gelsene…” dedi.
“Hazırlanmam gerek” dedim. “Gecikirim”.
“Kaçta gelirsen gel, fark etmez”.

Geç gittim. Geçenlerde söz vermiştim. “Bir daha asla hafta sonu Taksim’e adım atmam!” demiştim, korkunç kalabalık ve kulakları yırtan uğultu karşısında… Katlanılabilir gibi bir şey değildi. Dün hafta içiydi neyse ki. Tenha bir akşamdı. Serindi sadece, üşüdük biraz.


Kız kıza oturup dertleşmek üzere toplaşmıştık esasında. Fakat erkekler daima spontandır. Bir anda dâhil olurlar hayatımıza, ve aynı hızla çıkıverirler hayatımızdan. Önce Z’nin sevgilisi dâhil oldu akşama… Hâlbuki gelmeseydi onu da çekiştirecektik. Türlü yorumlar yapacaktık, Z ile geleceklerine dair.

Gece, aramızdaki tek erkeğin iş ile ilgili çözüm bulmaz meselelerine çözümler arayarak, yaratıcı fikirlerine destek olmaya çalışarak sürdü. Sonra o da dâhil oldu aramıza…


Kesinlikle serin bir akşamdı. Dışarıda üşüdük, içeri geçtikten sonra ısınamadık. Kullanmaya başladığım vitaminler yüzünden buzlu çay içtim ben. Işıklar içindeki caddeyi izledim, sohbetten koptukça… İnsanlar, yüzler ve hayatlar… Çoğumuz aynı kulübe, Kaybedenler Kulübü’ne üyeyiz. Fakat bir farkla... Kadınlar sanki daha kanıksamış gibiler. Erkekler ise hiçbir zaman kabullenememişler. Teselli bulmaz bir reddedişin içindeler...

Aynı çatının altındayız çoğunlukla. Kanıksamakla reddetmek arasında incecik bir çizginin üzerinde...

8.04.2010

Bulutlar uzağa, güneş yamacıma…

08:15’te çaldı telefonum. Geç yatmıştım ve uyanmak istediğim saat elbette bu değildi.
“Ihlamur Hanım?” diye sordu bir erkek sesi.
“Evet, benim”.
“Dün e-mail yazmışsınız ama gün boyu toplantıdaydım. Cevap veremedim size… Fotoğraf altyazıları derken…”
Anlatmak istediğimi bir kez daha anlattım. İyi ki dedim, iyi ki şu hâlimi görmüyor! Pamuklu pijamalarım ve pembe çoraplarımla... Saçlarımı lastik toka ile tepeden toplamışım. Olasılıkla göz kapaklarım şişmiş ve göz altlarımda koyu halkalar… İyi ki!


Sabah gelen telefonla kendimi ‘işkolik’ olarak addetmekten vazgeçtim. Yok, elin adamını sabahın sekizinde arayamam ben. Gerçi… Evet, yıllar önceydi. Tek makale için dergiyi bekletiyorduk. Saat gece yarısını geçmiş.
“Arayacağım” demiştim arkadaşıma. Saatine bakmıştı.
“Bu saatte aranır mı?”
“Bal gibi aranır! Bugün göndereceğini söylemişti, gönderseydi!”
demiştim ve aramıştım. 10 dakika sonra makale adresime düşmüştü.

Bugün olsa sanki yapamam aynısını. Kesinlikle duruldum. Eski yaptıklarımdan eser yok şimdilerde…


Şimdilerde… Bir süre kitapçı kitapçı gezmek, güneşli günlerde o çay bahçesi senin bu park benim kaygısızca kitap okumak istiyorum. “Belki mayısa…” diye umut yüklenmek istemiyorum öte yandan. Yapamadığımda daha büyük hayal kırıklığı oluyor çünkü.

Yorgunum çok. Bu saatte hâlâ bir şeyler karalamak, anlatmak ve paylaşmak ihtiyacından olsa gerek. Kimselere pek bir şey anlatamıyorum. Herkes kendi derdi ile ezilmekte…

Bir haftadır vitamin kullanmayı bırakmıştım. Yorgunluğumu bu kadar yoğun hissetmemin, diplerde sürünmemin nedeni belki de bu. “Neden bıraktın?” diye sordu renklipamuklar. “Kullanmak zorundasın bu sıralar…”

Başladım yine vitamine… Kilo almasam keşke.
Keşke,
Başlayan ve gün boyu süren yağmur dinse…
Güneş hep gökyüzünde olsa, gülümsese…
İşler bir an önce bitse, gerekirse nisan da bir an önce bitse…
Ayrıca kuru soğan kilosu 4.90’dan satılmasa artık.

6.04.2010

Umutları yeşertme mevsimi

Selim İleri okumayı özledim. Daha Dün, Gramofon Hâlâ Çalıyor… Kitaplığımda öylece duruyor.
Gece günden, Ay Güneş’ten farklı…
12 saat önce ıslak kirpiklerim, yorgun adımlarım ile sokakları arşınlayan ben değildim sanki. Bir başına ağlayan, çevirecek bir telefon numarası bile bulamayan da ben değildim. Kadınsız erkeklerin doldurduğu karanlık mekânda onlar “Absolut” derken kara gözlü genç garsona, “Sıcak içecek var mı?” diye soran da. Çilek kokulu, kırmızı MP3 çalarımdaki müzikleri dinlerken ıhlamur içiyordum 12 saat önce.

Gün geceden, Güneş Ay’dan farklı…
12 saat sonra sahilde yüzümü Güneş’e dönmüştüm. Deniz dalgalı mavi, Güneş sarı sıcak… Bu defa kış çok uzun sürdü. Yüzyıllardır soğuk, yağmur hiç dinmeden yağıyormuşçasına. Selim İleri’nin İstanbul kokan cümlelerini okur gibi özlemişim, Güneş’e teslim olmayı…
Günümde gecemde, kelimeler…
Özensizce konuşanların sözlerini özenle derleyip topluyorum. Süslüyorum sözlerini; başlıklarla, spotlarla, aralara sıkıştırdığım cümleciklerle… Bir makine gibi hissediyorum kendimi. Otomatikleşmiş hâlde, duygularımı katarak değil de kalıpları kullanarak yazıyorum.

Duygularımı katarak yazdıklarım daha eskide kaldı. Çok değil esasında… Birkaç yıl ötede. Birkaç yıl yeter mi masalların evrilmesi için? Yerini bilmediğim bir kıyı kasabasında kaldı onlar. Geçmişte beni beklememiş, gelecekte de beklemeyecek adamın rengi belirsiz gözlerinde kaldı. Ve akşamsefalarının kokusunda, iğdelerin iğne yapraklarında, körfeze doğru ağır ağır çekilen küreklerde, tahta iskelede suyun derinliklerine dalmış bir kadının yazgısında kaldı.

Yaşadıkça bağlanmamak bir çiçeğin toprağına uzak düşmesi gibi bir şey. Uzak düşemem yaşadıklarımdan, İstanbul’dan.
Ponçik gittikçe sivrilen gagası ile en sevdiğim kitaplarımı, en çok sanat kitaplarımı yırtıyor. Kapımı kapatıyorum. Kapının ardından bağırdıkça bağırıyor.
“Ben de pır pır uçmak isterim Ponçik” diye cevaplıyorum onu. “Bahar geldi, herkes pır pır uçmak ister. Ama bak şu bilgisayarın başından ayrılamıyorum!”

Pır pır uçabiliyor Ponçik. Yazgısı dört duvarla sınırlasa da onu…

Eskiden kumbaram vardı. Çok değil esasında… Birkaç yıl ötede. Bozuk paraları biriktirir, bütünlediğim bozukluklarla çiçekler alırdım. Bahar demek yeni çiçekler almak, umutları yeşertmek demekti.
Bahar gelmişse ki gelmiş... Mevsim umutları yeşertmenin zamanı.
“Vira Vira!”

3.04.2010

Kırık parçalar

Yıllar var arabesk dinlemiyordum. Çok yıllar… Öyle kimsesiz, öyle yalnız hissediyorum ki kendimi şu kör gecenin ortasında. Bu denli mübalağalı sözlere başka türlü tahammül etmek mümkün olamazdı herhalde.

“Neler gördüm neler, geldi başıma…
Düşe kalka geldim ben bu yaşıma…”


Hayıflanmalarla dolu, yıkılmış yenilmiş, talihsiz sözler… Kör gecenin ortasında, duvarların sessizliğine çizikler atıyor.


Dün gece gözlerimi kapadığımda, hâlâ yabancı seslerin karmaşık sözlerini kelimelere dökmeye çalışır gibiydim. Kulağımda bilgisayarın uğultusu… Kalbim yerinden çıktı çıkacak.

Sabahladığı gecelerin ardından, ofis penceresinden günün doğuşunu izleyen kız nerede? Restoranlardan bolca gelen, kenarda köşede kuruyup atılmayı bekleyen ekmekleri ıslatırdı. İlk ışıklarla pencerenin kenarına, güvercinlere bırakırdı. Yazılar yazardı sonra, güvercinlere… Bazen kumrulara.


Barınağı arayamadım, yavru kedilerin hâlini soramadım. Sormaktan değil, duymaktan korktum. Anne kedi diğer üç yavruyu alıp gitmiş. Belki de benden biliyor yavrularının yokluğunu… Onlara kötülük yaptığımı sanıyorsa, suçluyorsa beni?

Bu sıra Ponçik de suçluyor beni. Kitaplarımı yırtıyor, bilgisayarımı kirletiyor. Sultanahmet’ten aldığım çini kül tablasını yere düşürüp kırdı. Paramparça oldu mavi lale desenleri… İçindeki tokalar yerlere saçıldı. Bıraktım, öylece kaldı kırık parçalar.


Hayıflanmalarla dolu, yıkılmış yenilmiş, talihsiz sözler… Duvarların sessizliğine çizikler atıyor.

“Bir daha bu yolları aynı hevesle yürür müyüm?
Kim bilir ne bekliyor, kalır mıyım ölür müyüm?”