8.07.2010

Aşka dair tek bir kelime dahi kalmamıştı dağarcığında

Ve bir masal yazmak düşer yazıcıya… Karanlık masallara dökülecek ışık huzmelerini bulmak içindir bunca uğraş.


Tüm isteği kendi kendine kalmaktı, rahat bırakmadılar. Telefonu susmak bilmedi. Sonunda pes etti. Islak saçlarını özensizce kuruttu, dalga dalga bir deniz oldu saçları. Gecenin karanlığında aydınlık renkleri sever. Beyaz bir kazak giydi üzerine, gözlerinin üzerine ışıltılı renkler sürdü. Kapıyı üst üste kilitledi, daha güvende hisseder böyle olunca.

Hava çoktan kararmış, yağmur yağdı yağacak. Şimdi evinde olmalıydı. Hiçbir şey yapmasa, dinlenirdi en azından. Ama her zaman olduğu gibi rahat bırakmadılar işte.

“Meydana yakın bir yerde durabilirsiniz, şu ışıklarda olabilir” dedi şoföre. Işıklar ve kalabalıklar içindeki caddeyi görünce sokakta olmakla iyi ettiğini düşündü bir an. Çoğu gece olduğu gibi “İyi ki ısrar ettiler” diye aklından geçirdi. Sonra… Gecenin kalanını düşününce… Çekili perdelerin, kapalı kapıların ardında olmak yeğdi sanki. Ağırlaşan göz kapakları, ağırlaşan gece ve midesindeki o çalkantılar… Ruhuna akseden şarabi çalkantılar… Sabahlara daha güç uyanılır böyle gecelerin ardından.


Kuytu sokaktaki yağmurlu gölge
Arka sokaklarda, kalabalık mekânların arkasında kuytu bir köşedeydi arkadaşları. Geceye erken başlamış epey yol almışlardı. Bildik konularda dönüp dolaşıyorlardı. Yok, hiçbir şeyden söz edemeyecekti. Aşka dair tek bir kelime dahi kalmamıştı dağarcığında. Ve saklamıyordu bunu…

“Karnım aç esasında. Üşendim, hiçbir şey yemedim” dedi. Kızarmış patates istedi ortaya. Dört kişilik masada, üç kız arkadaştılar. En sessizleriydi. Dinlemek en güzeli… Davetsiz bir misafir boş kalan sandalyeyi doldurdu. Arkadaşının sevgilisi… Saçları gibi, yüzü gibi, kendi de karışık bir adam. Patateslerin tümünü o yedi. Yine istedi. Aklı almadı, üç kadının bitiremediği bir tabak patatesin tek başına bir adama yetmemesini… Saçları, yüzü ve kendi karışık adam peş peşe sorular soruyordu.
“Senin sektörüne yabancıyım. Yaratıcı fikir çıkmaz benden” dedi ikna etmeye çalışarak. “Bence bizden umudu kes”.
“Bu gece bana yepyeni, bambaşka bir fikir lazım” dedikçe, yüreklerden geçen kadınca sözler rafa kalktı.

Yağmur damlaları sıklaşınca üşüdüler, kapalı yere geçtiler. Eskimiş masalar, sandalyeler; eski tarihli gazeteler dağınık, her yerde. Onlar iki sevgili birbirlerine karıştılar, geriye kalan iki kişi yalnızlığının içine çekildi. “N. geliyor” dedi, telefonla konuşan karışık adam. Yağmurlu pencereden Tarlabaşı’nın karanlık, izbe sokaklarını izliyordu. O sokakta duran, yaşayan herkes en acılı romanın başkahramanıydı sanki.

İncecik bir gölge belirdi bir zaman sonra, belki asırlar sonra. O binlerce yıldır aynı masada, aynı sokakları izlemeye koyulmuşken. Karışık adamla sarmaş dolaş oluverdi gölge. Elini uzattı; nasıl soğuk, nasıl üşümüş. Gölge adını söylerken bilerek yüzüne bakmadı, ilgilenmez göründü. Karşısındaki sandalyeye süzüldü. Sokağın soğuğu sadece ellerinde değil, yüzündeydi aynı zamanda. Gözleri kızarmış, dudakları çatlamıştı.
“Ne içiyorsun?” diye sordu gölge.
Kadehini uzattı ona doğru, ilgisizce. İlgisizliğini yüzüne çarpa çarpa.
“Ben de şarap içeceğim” dedi. Gözleri şarabın koyuluğunda...

Hiç yorum yok: